27 Şubat 2011 Pazar

Futbol ve saç stayla


Daha önce futbolun unutulmayan kel oyuncularını yazmıştım. Şimdi de saçı olan ama ah keşke olmasaydı da görmeseydik dediğimiz oyunculara bakalım. Sonrasında da hazır saç konusuna girmişken, saçıyla hafızalara kazınmış oyunculardan bahsedelim.

Bu saç ne abi deyince akla ilk gelen isin Taribo West. Kendisi aynı zamanda bir CM efsanesidir. Saçını görene kadar kadromda çok yer vermiştim ama o tanımsız saçını gördükten sonra bir daha listeme giremedi. O enteresan saçını bir de boyardı Nijeryalı. Marjinal bir arkadaş.


İkinci konuğumuz gerçek Ronaldo. 2002 Dünya Kupası'ndaki arkası sıfır, önü beş numara traşı unutulmazlar listemizde. Ronaldo'dan görüp saçını aynı stille kestiren Hasan Şaş'a da selam edelim. Üçüncü isim Bacary Sagna. Sarışın siyahi futbolcuyu oldum olası sevmem. Bir de örgülü sarışın siyahi olunca listeye alırım seni Sagna. Biri bu adama bu saç stilinin yakışmadığını söylemiyor mu diyeceğim ama takım arkadaşı Song'u düşününce takımın çok farklı düşünmediğini anlıyoruz.

Benim sevdiğim ama çoğunluğun sevdiğini düşünmediğim bir saç stili de Fellaini'de. Sayın Moyes, adama berber parasını ver gözünü seveyim. Everton'daki Saha hatırlarmasını yapıp Chelsea'ye geçelim. Didier Drogba ve iğrenç saçı. Drogba'nın saçını ben şöyle tanımlıyorum: jöleli saçı 2 gün yıkamadıktan sonra üstüne bir daha jöle sürersin ya. İşte o.

Sonlara bıraktık ama listede ilk sıralarda yer alacak, hatta zamanla West'i zorlayacak potansiyele sahip adam Balotelli. O saçını bugün bir de sarıya boyatmış. Görmeyin. Görmemeniz gereken bir başka isim de Lescott. İlk gördüğümde televizyonu kapatmış kendime gelmekte zorluk çekmiştim. Şöyle eskilere gidip 90'lı yılları hatırlayalım. Roberto Baggio. Kendisini çok severim ama saçı iyi değildi. Fakat her şeye rağmen o stilin Baggio stili olduğunu bilmek güzel.


Saçıyla hafızalara kazınmış bir başka isim de Edgar Davids. Turuncu gözlüğünün gölgesinde kalsa da saçları güzeldi. Yakışıyordu Hollandalıya. Vatandaşları Seedorf, Gullit, Rijkaard'ı da anmadan geçmeyelim. Carlos Valderrama ve sarı saçları. Bana yıllarca Yeni Türkü'nün solistini hatırlattı. Daha doğrusu o solist bana Valderrama'yı hatırlattı. Güzeldi saçları, güzel günlerdi. Annemiz saçımızı öyle uzatmamıza izin vermese de, mahallede Valderrama olmak için iyi bir nedendi o saçlar. 90'lardan bir başka isim de Alexi Lalas. Mahallede Lalas olmak için sağlam sakal, öncesinde de sağlam yürek lazımdı. Lalas'ın Metal bir grubun solisti olma ihtimali çok yüksek. Belki öyledir de.


Hafızalarda kalan bir başka isim de bir dönem ülkemizde de oynayan, hatta bir takım elbise firmasının mankeninin aynısı olan (reklam vermek istemediğimden değil, firmanın adını hatırlamadığımdan isim vermedim) Xavier. Akılma gelen bir başka isin de Arjantinli Caniggia. Batistuta da bu klasmandan listeye girsin. Son olarak da Puyol'u ekleyelim. Bir sonraki yazıda da karizmatik futbolcuları hatırlayalım.

İyi futbolcudan iyi teknik direktör olmaz (!)


İstatistikler çoğu zaman faydalı olabiliyor ancak bazen istatistikleri kullanmanın anlamsız olduğu yerler vardır. Sonucu belli olan bir durumu, istatistikle açıklamaya çalışmanın anlamı yok. Çok teorik oldu, örnekle açıklayalım:

Mesela bugün kalecilerden iyi antrenör olur mu sorusu, Şenol Güneş'in teknik direktörlük kabiliyetini sorgulamak için gereksiz bir sorudur. Kaleciden, tarih boyunca antrenör çıkmamış olsa dahi Şenol Güneş bugün bu soruyla değerlendirilemez. Eğer Şenol hoca 37 yaşında, kariyerinin henüz başında bir adam olsa istatistiklerle sorgulanabilir ve geleceğe dair öngörü yapılabilir ancak teknik direktörlüğe yıllarını vermiş ve başarılı olmuş bir adamın hala hocalık kariyerinin öncesiyle değerlendirilmesi büyük hatadır. Öncesinde kaleci olsa ne farkeder, malzemeci olsa ne farkeder. Adam başarılı olabilir mi sorusunun cevabını vermiş zaten.

Bugün buna benzer bir başka soruyla / genellemeyle daha karşı karşıyayız. Schuster ve Rijkaard sonrası çakalların aklına gelen bir genelleme: "İyi futbolcudan iyi teknik direktör olmaz". Buyur burdan yak. Bu soru her ikisi için de çok geç artık. Beğenirsin ya da beğenmezsin ama ikisi de başarılı hocadır. İkisi de önemli kupa kazanmış adamlardır. İkisi de kariyerine dün başlamamıştır. Rijkaard 13 yıl, Schuster de 14 yıldır teknik direktörlük yapmaktadır. Bugün Sergen Yalçın bir takıma teknik direktör olsa, bu soru onun için sorulabilir, bu değerlendirme onun için yapılabilir ama Rijkaard, Schuster için değil.

Şimdi de değerlendirmenin gerçekçiliğine bakalım. Ben bu genellemeye kesinlikle katılmıyorum. İyi futbolcudan, iyi antrenör olmayacağına dair araştırma raporları var mı? Bilimsel çalışmalar var mı? İşte futbolcular beynin sağ lobunu kullanır, yetenekliler çok kullanır, çok kullanınca diğer lob çalışmaz, teknik direktörler de onu kullanır. O yüzden iyi futbolcu teknik direktör olmaz gibi bir çalışma mı var? Yok. Ne var peki? İşkembe var. İşkembeden sallamak var.
Biriniz iyi hocanın özelliklerini saysa, iyi futbolcuda kesinlikle olmayacak bir özellik sayar mı? Yok. İyi hoca dediğin disiplinli olur, rakibi iyi analiz eder, rakibin zaaflarında yararlanmayı bilir, oyuncularını iyi motive eder, doğru antrenman programı uygular, oyuncularla tek tek ilgilenir, bir felsefesi vardır... diye uzar gider. Peki bu özelliklerden hangisi iyi futbolcuda kesinlikle olmaz? Hiç biri. Bunlar ezberdir. Kulağa hoş gelir. Duyduğunda düşünürsün, Pele, Maradona, Zidane aklına gelir. Sonra da doğru söz dersin. Oysa Pele'nin, Zidane'ın teknik direktörlük kariyeri yapmak istemediğini bilmek gerekir. Bunların yanında Beckenbauer, Cruyff gibi adamların da hem çok iyi futbolcu olduğunu, hem de başarılı birer teknik direktör olduğunu da bilmeliyiz.

Zaten hatayı şurda yapıyoruz. İyi futbolcu dediğimiz listeye 50 kişi yazıyoruz. Bunlardan 5 tanesi iyi teknik direktör oluyor. Biz bu 5'i görüyoruz. Hocam bak 5 tane olabilmiş ancak diyoruz. Ancak geri kalan grubun yüzdesinin buna yakın olduğunu düşünmüyoruz. Geri kalan grupta 100 tane iyi hoca var ama orda baz aldığımız 1000'den fazla futbolcu var. Yüzde farklı değil. Tek tek araştırmadım ama yüzdelerin üç aşağı beş yukarı aynı olduğuna eminim.



Mesela bizim ligi düşünelim. Spor-Toto süper ligdeki hocaların kariyerine bakalım. Lider Trabzonspor'un teknik direktörü aynı zamanda çok başarılı bir futbolcu değil miydi? Aykut Kocaman, Ertuğrul Sağlam, Şota Arvaladze çok başarılı birer futbolcu değil miydi? Dördü de hem çok başarılı futbolcuydu ve şimdi de başarılı birer teknik direktör. En azından ligin bugünkü konumu itibariyle böyle. Bence Aykut Kocaman başarılı değil diyen çıkabilir ama Ertuğrul Sağlam'ın futbolculuğunu beğenmeyen de çıkabilir. Bunlar çoğu zaman göreceli olabiliyor. Resmin geneline bakmakta fayda var.

Bu genellemenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Birinci sınıf futbol kariyerine sahip başarılı teknik direktör de var, başarısız da. Hepsi başarısız oluyormuş gibi lanse edilmesine karşıyım. Gullit, Terek Grozny takımının başına geçtiğinde "Bak işte futbolculuk kariyeri neydi, teknik direktörlük kariyeri ne" diyen ve başarılı futbolcunun başarısız hoca olacağını iddia edenler oluyor. Grozny'nin bir önceki hocası Anatoly Baidachny'di. O zaman ben de bu örnekten yola çıkarak futbolculuk kariyeri başarısız olanın, antrenörlük kariyerinin de başarısız olduğunu iddia edeyim. Başarılı hocaların hepsini tercüman bilip geçelim...

26 Şubat 2011 Cumartesi

Hadi ordan!

GS'lı taraftar diyor ki; Bu stadı buraya yapanın ...
Haklılar. Stad hem uzak hem de elverişsiz yapıda. Kalkıp Hagi bir de hava şartlarından şikayet ediyor. İyi de İBB de aynı şartlarda oynamadı mı be adam! Artık seni konuşturmamaları da lazım. Ne dediğini bilmez olmuşsun. Git takımın havasından bahset de seni en azından adam bilelim. Aslında, Schuster de Kiev maçından sonra söyler bunu diye bekledim ama o daha pişkin çıktı. İyi işler yaptığını söyledi. İkinizi de Türkiye'den men etmek lazım. Benim yok ama milyonlarca taraftara sahip iki takımın da gündeminde futboldan anlamayan adamlar var. Para dağıtmayı seven futbol mafyası patronlar sağolsun. Futbolumuzun ağzına s.çtınız resmen.

Jose Mourinho


Jose'ye ukala, laubali diyen çoktur. Patrick Barclays'in Jose Mourinho hakkında yazdığı "Jose Mourinho Başarının anatomisi" kitabını okuyan birinin Portekizliye ukala, laubali diyeceğini düşünmüyorum. Bu adam, o rolün gereğini yapıyor. Oyuncularını ezdirmemek için ön plana çıkıyor, bütün tepkiyi üzerine çekiyor ve takımı bir çok baskıdan arındırıyor. Uzun uzun yazmaya gerek yok. Mourinho ve Lyon maçı öncesi. Buraya buyrun...

23 Şubat 2011 Çarşamba

El Hadji Diouf'tan daha kötü 10 şey


Ada'da en sevilmeyen futbolculardan biridi El Hadji Diouf. Rangers ile Celtic arasında oynanan maçta da yine pislikleriyle gündemde. Ukala, terbiyesiz, çirkef. Başka hangi olumsuz sıfat varsa, hepsi yakışır bu adama.

Britanyalılar sağlam yerden vurmuşlar Diouf'u. Hayattaki en kötü şey diyemeyiz onun için demişler. Diouf'tan daha kötü 10 şeyi sıralamışlar:

1 – Kanser
2 – Kendi pisliğini yemek
3 – Doc Martens giymiş filler tarafından ezilmek
4 – İltihaplanma
5 - Babana sakso çektirmek
6 - Phil Collins
7 – Sümüklü pasta
8 – Bu Old Firm'deki futbol kalitesi
9 – Adam Sandler'ın filmleri
10 - Bu liste çünkü hiçbir şey El Hadji Diouf'tan daha kötü olamaz.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Beşiktaş 2-4 Fenerbahçe



Maç öncesi çok umut yoktu açıkçası. Takım zor günler geçiriyordu, beklenen sonuçlar alınamıyordu, Schuster ile medyanın arası bozuktu ve stres altındaki Schuster yanlış yerlere gidecek açıklamalar yapıyordu, İbrahimlerin kavgası ile sarsılmıştı takım, üzerine bir de Kiev hırpalamıştı Beşiktaş'ı...

Schuster'in Ferrari tercihinin tek mantıklı sebebi, Ferrari'nin hava toplarındaki hakimiyeti. Bu da çok ılımlı bir yaklaşım olacaktır. Hava hakimiyetinin, yavaşlığının defosunu kapattığını da düşünmüyorum. Beşiktaş'ın çakılı- kurulu savunma yapmaması durumunda Ferrari çok aksayacaktır ve aksıyor da. Ön liberoda Necip, Alex'e yakım oynarken, Ernst hem savunma hem hücumda takıma yardım etsin diye sahadaydı. Guti-Quaresma ve Simao'ya diyecek sözüm yok. Ancak Almeida konusunda olumlu olamayacağım. Bu tip santrforları çok sevmiyorum. Almeida maalesef gol vuruşu zayıf bir pivot santrfor, üstelik hava hakimiyetinin de çok iyi olduğunu söyleyemeyiz. Uzun boyuna rağmen daha çok sert şutları ile tanınıyor. Fenerbahçe maçında kaçırdığı golü, atması gerekiyor. Bobo, benzer pozisyonda 5 kez kaleciyle karşı karşıya kalsa 5'ini de gol yapar.

Beşiktaş'ın kadrosu Ferrari ve Almeida haricinde kötü değildi. Ernst yerine Fernades ya da Necip yerine Aurelio tercih meselesidir. Bir Fenerbahçe maçı için ben de Ersnt-Necip ikilisini tercih ederdim. Ekrem-Hilbert değişikliği ise yabancı sınırlamasına takılacaktır.

Oyuna Fenerbahçe çok iyi başladı. Issiar Dia, sezonun en iyi iki maçını muhtemelen Beşiktaş karşısında oynadı. İlk maçta da oldukça etkiliydi, bu maçta da. Fenerbahçe'nin nerdeyse tüm maçlarını izledim ama arada kaçırdığım ya da hatırlamadığım Dia performansı olma ihtimalini de göz öninde bulundurup, Beşiktaş maçları için en iyi 3 4 Dia performansında 2'si diyelim. Dia'nın kanadında çok sağlam geliyordu Fenerbahçe, Niang da o kanada yakın oynayınca Ekrem'in kanadı felç oldu. 15-20 dakika çok yoğun Fenerbahçe atakları geldi bu kanattan. Golün bu kanattan gelmemesi sürpriz oldu aslında. Gol tipik Fenerbahçe golüdür. Aynı zamanda duran topu bir türlü durduramayan Beşiktaş golüdür. Golden sonra da Dia ile akın akın geliyordu sarı lacivertliler. Bu sürde zarfında bir top da direkten döndü. 30. dakikadan sonra Beşiktaş daha derli toplu oynamaya başladı. İlk yarıda Beşiktaş Quaresma'nın olduğu sağ kanattan gelmeye çalışıyordu. Simao da o kanada yaklaştı ve bir kanadı nerdeyse hiç kullanmamaya başladı Beşiktaş. İlk yarı boyunca zayıf bir iki şuttan başka Beşiktaş atağı yoktu. Ta ki Ekrem'in şapkadan çıkan golüne kadar. 30,000 taraftar vurma dediğinde top Ekrem'in ayağından çıkmıştı, 1 saniye sonrasında da İnönü inliyordu.



Beşiktaş ikinci yarıya moralle başladı. Bu sefer duran toptan golü bulan Beşiktaş oldu. Toraman'ın önünde kalan top skoru 2-1 yapmıştı. Bu dakikadan sonra Fenerbahçe daha fazla golü arıyordu ama kalesinde pozisyonu gören yine sarı lacivertliler oluyordu. Beşiktaş, çok iyi kontra atak yapıyor ve üçüncü golü arıyordu. Almeida, Quaresma ile ciddi pozisyonlara girmişti ancak golü bulamamıştı. Ferrari saçmalamamış olsa Aykut Kocaman'ın maçı çevirebilmesi mümkün değildi. Maçın Fenerbahçe lehine dönebilmesi için olağandışı bir durum olmalıydı ve oldu da. Ferrari'nin anlamsız hareketi Beşiktaş'a pahalıya patladı.

Kırmızı kart ve penaltıdan sonra maçın döneceği aşikardı. Skorun 2-2'ye gelmesi Fenerbahçe'yi motive ederken, Beşiktaş'ın moral olarak çöküşüne sebep oldu. Sonrasında goller ardarda geldi. Sonuç 4-2, daha da farklı olabilirdi. Kiev maçında elenmesine rağmen alınacak bir galibiyet moralleri biraz olsun düzeltebilir.

18 Şubat 2011 Cuma

Prag'a sis çökerken


Sparta Prag - Liverpool maçından bir kare. Görünen oyuncu, pardon sisten görünmeyen oyuncu Pepe Reina. Vakti zamanında Delle Alpi'ye çökerdi bu sis...

İstikrar



İstikrar denince örnekler gösterilir. Man Utd'ın başarısız sezonlara rağmen Sir Alex'in arkasında durması ve sonrasında gelen başarıları, Arsenal'in her şeye rağmen Arsene Wenger ile yıllardır devam etmesi... Bu örnekler çoğaltılabilir, teknik direktör özelinde olmasa da Sevilla'nın, Lyon'un, Porto'nun oturttuğu farklı sistemler ve zamanında bunlara gösterilen sabırlar...

Ancak nedense iş bize düştüğünde bu olgunluğu gösteremiyoruz. Şimdiden Schuster ile olmuyor diyenler ortaya çıkmaya başladı. Gitsin diyenler çıkıyor, Schuster beceremiyor diyenler oluyor. Ben Schuster'i savunmuyorum, savunmak zorunda kalsam elimde çok sağlam kozlarım da yok değil. Ben dün Mustafa Denizli ile de yola devam edilsin diyordum, öncesinde Ertuğrul Sağlam ile de. Ben bu içini de kişisel olarak savunmuyorum, savunduğum tek şey istikrar.

Yarım sezonda adamı idam sehpasına götürüyoruz. Gerekçe: Başarısızlık. Evet bugün Beşiktaş'ın çok başarılı olduğunu söyleyemem ama Manchester da başarısız değil miydi?

"Başarılı olsa sesimizi çıkarmayız." İlk sezonunda başarılı olursa zaten istikrar için bekleme ihtiyacı duymayız. Zaten hedefe ilk sezonda ulaşılmış demektir. Artık hedef değiştirilir, büyültülür vs. Galatasaray, Rijkaard'ı gönderdiğinde de bu yüzden eleştirmiştim. Doğruyu yapıyordu, yeni bir sistem oturtmaya çalışıyordu ama ipi çekildi. Sonrasında daha mı iyi? Bugün Rijkaard'lı günlerden farklı mı? Bugün daha iyi değil.

Hoca eleştirilir, eleştirmek kolaydır da. Dün Bobo neden oynamıyor diyenler, bugün Almeida'yı UEFA için almadın mı? Bu adam dün Portekiz milli takımın Cristiano'nun önünde oynamadı mı diyor. Ahmet Çakar'ın son iki yazısını okuyun bakalım, neler demiş büyük düşünür. Örnek Ahmet Çakar'dı ama bir çoğu da benzer düşüncelere sahip.


Sanılıyor ki yeni takım hemen adapte olsun, kupalar kazansın, şampiyon olsun, Avrupa'da en az yarı final oynasın, onu ezsin, buna fark atsın, bir sonraki yıl da UCL'de yarı finale çıksın... Yok hocam. Man City'nin kadrosunun Man Utd'dan aşağı kalır yanı yok ama başarılı olamıyor. Yıllardır transfer şampiyonu oluyorlar ama başarı gelmiyor. Burdan olgunlukla "Hocam adaptasyon, oyuncuların birbirini tanıması gerek, sistemin oturması gerek" diyebiliyoruz. Barcelona için "Adamlar yıllardır beraber oynuyorlar, birbirini iyi tanıyorlar, gözü kapalı oynarlar" diyebiliyoruz ama söz konusu Beşiktaş olunca bunları unutuyoruz. Basın da unutuyor, taraftar da. Çok yazık!..

17 Şubat 2011 Perşembe

Beşiktaş 1-4 Dinamo Kiev


Ligdeki kötü sonuçların ardından teselli Avrupa'da aranıyordu ama umutlar Kiev'e kadar bile varmadı. Beşiktaş bugünkü sonucun ardından, Ukrayna'da olağanüstü bir durum olmaması durumunda, Avrupa'ya veda etti.

Maç öncesi Beşiktaş tribünlerinin hem Üzülmez, hem de Toraman lehine tezahürat yapması güzeldi. Taraftar, her şeye rağmen bu adamları seviyoruz mesajını verdi. Ayrıca maç öncesi Kapalı'daki bayrak şov da beni Bundesliga'ya götürdü. Almanya'dan alışık olduğumuz, bayraklı tribünler İnönü'deydi.

Taraftar elinden geleni yapmıştı. Schuster'in kadrosunda Toraman yerine Ferrari'nin oluşu dikkat çekiyordu. Bu yılın en çok forma giyen adamlarından biri sahada yoktu. Yerinde ciddi maç eksiği olan Ferrari vardı. Orta ikili Ernst ve Aurelio, önlerinde Guti ve sağ kanatta Quaresma vardı. Forvet arkasında Nobre, tek forvet Bobo'ydu. Kadronun doğru olmadığını ve dizilişin çok daha yanlış olduğunu düşünüyorum. Nobre'nin forvette oynamaması ve ortasahada kalması takımı savunma yönünden güçlendiriyor ama pas yüzdesi düşük Nobre, pas trafiğine zarar veriyor. Maça tek kanatla çıkmak, oyunu kısır bir alana hapsetti. Savunma gücü yüksek Kiev'in işine gelen bir durumdu bu.

Buna rağmen topa hakim olan taraf Beşiktaş'tı. Tek problem, hücumun yönlendirilememesiydi. Guti topu aldığında ilerde pas verebileceği adam sayılıydı, bu sayı da maalesef yalnızca birdi. Quaresma da aldığı toplarda çoğu zaman 2-3 kişinin savunmasıyla karşılaştı, bu da Beşiktaş'ı orta sahanın ilerisinde zayıf kıldı.

Beşiktaş oyuna hakim olsa da golü Kiev buldu. Korner'den gelen topa savunma müdahale edemeyince Kiev öne geçti. Beşiktaş bunun şokunu çabuk atlatığ beraberliği Quaresma ile sağladı. Bu sistemde Nobre'nin forvette oynaması takıma fayda sağlayabilir ama biçilmiş bu yeni görev, Brezilyalı oyuncuya bir kaç beden büyük.


İkinci yarıda da golü arayan Beşiktaş'tı ama Kiev'in sağlam kontraları gol sinyali veriyordu. Milevskyi ve Gusev ayağında iyi top tutabilen ve hareketli oyuncular. Ukrayna ekibinin ileri üçlüsü özellikle Köybaşı'nın olduğu kanadı felç etti. Bu bölgeye yakın stoper de hem ağır, hem de maç eksiği olan Ferrari olunca Kiev'in atakları verimli oluyordu. İkinci yarı da bir duran top daha ve bir gol daha geldi. Beşiktaş'tan beklediğimizi Kiev yaptı. Bu golün şoku atkatılmadan bir gol daha geldi. 3-1'den sonra takım moral olarak çöktü. Özellikle Hakan, Erhan, İsmail, Ferrari ve Nobre taraftarın da tepkisiyle iyice oyundan düştü.

3-1'den sonra Beşiktaş Bobo ve Guti ile ciddi pozisyonlar buldu ama Shovkovski, Hakan'a nispet yaparcasına kurtardı. Son dakikada Gusev, ceza sahasında yerde kaldı ve penaltıyı da gole çevirerek skoru 4-1'e getirdi.

Maçta kameralara yansımadığını düşündüğüm bir poziyonu paylaşmak istiyorum. Erhan'ın sakatlandığı bir pozisyonda, Hakan topu taça attı. Tedavi sonrası, Kievli oyuncu topu Beşiktaş kalesine yakın bir yerden taça attı. Shevchenko, o pozisyonda hemen, topu taça atan oyuncunun yanına geldi ve topu neden taça attın, kaleciye vermeliydin dedi. Bu olay, Shevchenko'nun sadece iyi bir futbolcu olduğunu değil, aynı zamanda güzel bir insan olduğunu da gösteriyor. Futbolcularımız bunları örnek almalı.


Maç dönüşü, radyoda Schuster'in istifa etmesi gerektiği ve tazminatı konuşuluyordu. Bugün de bir gazetede Fatih Doğan imzalı bir haber okudum. Schuster gitsin diyordu Doğan. Bu kadar basit mi? Başarılı değil, kabul ediyorum ama sabetmek gerekmiyor mu? Sonra bana yarın istikrardan bahsetmesin kimse. Bana Man Utd'ın, Ferguson tercihinde ilk 6 yıl hiç bir başarı yakalayamamasına rağmen İskoç hocaya sabretmesini örnek göstermesinler. Yarım yılda adamı gönderiyoruz. Basın, medya, köşe yazarları. Daha bilinçli olmalı. Beşiktaş için değil ülke futbolu adım atsın istiyorlarsa.

Son sözüm de taraftara. Hakan ıslıklandı, Aurelio ıslıklandı, Erhan girer girmez ıslıklandı, Nobre ıslıklandı, Köybaşı'nı dahi ıslıklayan oldu. Ayıptır, yazıktır. 3 gün sonra sahada kim olacak? Bu oyuncular giymeyecek mi yine Beşiktaş formasını? Ben Erhan'ı beğenmem, Hakan da iyi kaleci değil ama ıslıklamak çözüm değil. Oyuncunun moralini bozmaktan başka hiç bir işe yaramaz. Yarın İsmail, 2 maç üst üste kötü oynasa, o da ıslıklanacak. Peki sabır nerde? Futbolcuda istikrar isteyen biz değil miydik? Yılda 15 oyuncu gelip gitmesin bu takımdan diyen biz değil miyiz? O zaman oyuncumuzu ıslıklamayın. O zaman oyuncumuza küfretmeyin. Erhan'ı günahım kadar sevmem ama adam oyuna girerken ıslıklanmayı haketmiyor. Kavga eden İbrahim Üzülmez için tezahürat yapılırken, sahada ter döken adam ıslıklanmamalı...

Futbolun kelleri



Allah herkese Puyol, Valderrama saçı nasip etmemiş işte. Kimi yaşlandıkça dökmüş o güzelim saçlarını, kimi hiç heyecanını dahi yaşayamamış. Önemli olan bu dezavantajı, avantaja çevirmektir tabi.

Bir çok futbolcuyu kel tanıdık. Saçlı halini görsek yadırgarız. Vialli’yi böyle sevdik, o lüle saçları bana inandırıcı gelmiyor mesela. Kendini bilmezin biri photoshopta yapmış der geçerim. İnanmak istemiyorum. Stam için de geçerli bu. Bugüne kadar Stam'ın saçlı halini görmediyseniz, bugünden sonra da görmenizi tavsiye etmem.

Bayram değil seyran değil nerden çıktı bu kel işi? Bir süre önce Liverpool’u izlerken aklıma geldi. Reina, Skertel, Meireles, Konchesky, Jovanovic, Joe Cole ve Ngog. Takımın yarısı kel olunca şöyle bir geçmişe gittim.

Ta Bobby Charlton dönemine kadar inmeye gerek yok. Biraz yakın tarihe göz atalım. İlk akla gelen Barthez. Bizdeki Ömer Çatkıç’ın orijinali olur kendisi. Gözümü kapadığımda Blanc’ın Barthez’in kelinden öptüğü sahne aklıma geliyor. Gözümü açtığımda göz yaşıma engel olamayabilirim. Ne güzel günlerdi. O Fransa'nın, bir başka üyesi Lebouef de karizmatik kellerden bir diğeri. Yine benzer dönemlerde oynamış Attilio Lombardo. Juventus ve Crystal Palace kariyerini hatırlıyorum. Biraz çirkindi ama sahada karizma duruyordu. Adı yeter: Attilio Lombardo. Listedeki bir diğer İtalyan ise Vialli. Kel hali her türlü daha iyiymiş. Sevemedim saçlarını.

Beşiktaş’ta da forma giyen Letchkov’u da unutmamak lazım. Bulgar efsanesi de 90’ların popüler kellerinden. Bizim takımlarla adı çok anılan ama yolu buralara düşmeyen Gravesen ve onun Everton’dan takım arkadaşı Lee Carsley. Ve elbette ki Jaap Stam. İsmiyle de, duruşuyla da, oyunuyla da ayrı bir efsane. Geçmişi Ivan de la Pena ve Ketsbaia’ı da anarak bitirelim ve biraz bugüne gelelim.

İngilitere’den Rooney ve takım arkadaşı Vidiç. Wayne, garibim, daha 17'sinde döktü saçları. O da çareyi kazıtmakta buldu. İyi de yaptı. Stephen Ireland da benim sevdiğim oyunculardan. Biraz yaşlı görünse de kel haline alıştık. Munih’in yıldızı Robben de 23’ünde 30 gösteren adamlardan. Kariyer basamaklarını da hızla tırmanınca, adını duyan adamı 30lu yaşlarda sanıyor. Oysa hala 26-27 yaşında. İtalya’dan da bir örnek verelim Esteban Cambiasso. Kazıt abi saçları, böylesi yakışıyor sana. Örnekleri çoğaltabiliriz ama bir yerde kesmek gerekir.



Son paragrafı en karizmatik kele ayırdım. FIFA’da her oyunda saçları biraz daha açılan adama. Sonunda kazıttı da oyun yapımcıları rahat etti. Zinedine Zidane. Bu arada özlüyoruz seni Zizou...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Pique Alemlerde (!)


Alemci Pique'nin umrunda mı Arsenal mağlubiyeti? Hadi Puyol sakattı oynamadı ama sana ne oluyor? İspanyol, Shakira ile alemlerde. Puyol'un yanındaki de Malena Costa yengemiz...

Beşiktaş Yönetimi, Üzülmez & Toraman


Oysa bazı şeyler düzeldi sanıyorduk. Değişiklik yokmuş. Dün ile bugün farksızmış aslında.
Geçtiğimiz yıl sık sık eleştirdiğimiz yönetim sene başında doğru transferlerle kimimizin kalbini kazandı, kimimizin takdirini aldı, kimisini de ikna edemedi. Ben takdir edenler kısmındayım. Bugün de bu transferlerin doğru olduğunu söyleyebilirim. Bonservissiz Guti, değerinin çok altına alınmış Quaresma sene başındaki doğru hamlelerdi. Sezon ortasında alınan Simao, Almeida ve kiralanan Fernandes de doğruydu. Bunların yanlış tarafları da vardı elbette. Kontenjan açmak için gönderilen oyuncular ve plansız transfer hamleleri. Özetle: oyuncular doğru ama transferin yapılış biçimi yanlıştı. O zamanlar da yazmıştım bunu.

Efendim sağ beke ihtiyaç varken Bobo’nun üzerine forvet mi getirilir? Ernst’in olduğu yere Fernandes mi alınır? Ernst ve Bobo ile ilgili yazımda biraz buna da değinmiştim. Bunlar ayrı bir tartışma konusu. Burada tartışılacak olan yönetim değil, Schuster’dir. Doğru yönetim hamlesi hocanın istediği oyuncuyu almaktır. Bu bağlamda yönetim burada haklıdır.

Yönetimin, takımın iç işlerine karışmaması da dünden farkımızdı. Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla yönetim, Schuster’in işine pek karışmıyordu. Arada bir kodamanlar çıkıp hakkımızı yedirmeyiz diyordu ama onlar da çoğu zaman maç sonrası atmosferine yenik düştükleri içindi. Ya da biz öyle düşünüyorduk. Toplamda baktığımızda birkaç hafta öncesine kadar, bazı konularda düzeldiğini sandığımız, mali konular başta olmak üzere bazı konularda dünden daha iyi olmadığını bildiğimiz bir yönetimimiz vardı.

Ne olduysa Karabük maçı sonrası oldu. Daha doğrusu Karabük maçı bir patlamaya sebep oldu. Bilmediklerimizi bize gösterdi. Maç sonrası Mete Düren’in açıklamalarını anlayışla karşılayabilirim. Maç atmosferidir, o da bir Beşiktaşlıdır ve içindeki Beşiktaş sevgisi tribündeki adamdan daha az değildir. O verilmeyen gole 30.000 taraftar gibi o da takılır. Ancak bir gün sonrasında yapılan basın toplantısı komik ve rezalet. O gün yöneticilerimden bir kez daha utandım. Adalı, öyle açıklama yaptığında Beşiktaş taraftarının mutlu olduğunu mu sanıyor? Böyle düşünüyorsa gerçekten yanılıyor. Beşiktaş’ı seven adam o açıklamadan rahatsız olur. Hele hele “soyunma odası basılacaksa, en alasını biz yaparız” açıklaması. İlkokul 3. sınıf tartışmasından farklı değil. ‘Benim babam senin babanı döver’ daha masum bir iddia. Üstelik söz konusu maçın hakemi, Karabükspor aleyhine daha az hata yapmış da değil. Sonrasında Demirören ile Özgener’in atışmaları. Ben utanıyorum. "Federasyon Başkanı Mahmut Özgener, 'futbolda demokrasi yoktur' dedi. O zaman sen diktatör veya faşistsin" ve sonrasında "Kimse Beşiktaş'a ders vermeye kalkmasın. Beşiktaş ders almaz, ders verir" açıklamaları. 20 milyonluk (!) Beşiktaş camiasının başkanı böyle mi konuşur. Yazık...


Tüm bunların ardından Üzülmez & Toraman olayı. Aslında kapanmamış bir davaymış da biz bilmiyormuşuz. Bu olay beni, son dönemlerde en çok üzen olaydır. Sevdiğim takımın sevdiğim iki oyuncusu birbirine kin besliyor ve sonrasında Beşiktaş tarihine ismini yazdıracak bir adam kulüpten kovuluyor. Diğerinin akıbeti de şu anda meçhul. Bugün takımda ancak sezon sonu için bir şey söylemek zor. Peki kim suçlu? Aslında burada çok kişi suçlu. Toraman da suçlu, Üzülmez de, yönetim de. Takım içinde kavga çıkabilir. Tokat, yumruk da atılabilir. Bunlar olmamış, duyulmamış hadiseler değil. Maalesef, insanın olduğu her yerde kaba kuvvet oluyor. Fakat bu kavga Arda - Caner kavgası, Kazım - Gökhan Gönül kavgasından çok farklı. 2.5 yıl önceki kavga ile bu kavgaları aynı başlık altında inceleyebilirdik ama bu kavgaları, bugünkü kavga ile ilişkilendiremeyiz. İbrahim Üzülmez’in açıklamalarından anladığım şudur: Bu ikili hiç barışmadı. Üzülmez ısrarla 11 yıl boyunca tek kişiyle sıkıntı yaşadığını söyledi. Toraman da benzer açıklamalar yaptı. Bu sıkıntı belli ki yıllardır devam ediyordu. Yani biz yıllardır birbirini sevmeyen iki adamı yan yana izliyorduk, bu adamlar aynı masada yemek yiyordu, aynı uçağa biniyordu ve aynı formayı terletiyordu. Üzücü.

Yönetim, bu ikilinin ilişkisini biliyorsa ve buna müdahale etmediyse yanlış yapmıştır. Doğrusu bu ikiliden birinin ya da ikisinin birden gönderilmesi olmalıydı. Tabi bu bugünün kararı değil, dünün kararı olmalıydı. Biz iyi niyetimizle yönetim işin iç yüzünden bihaber varsayalım. Bugün, Beşiktaş kaptanı, takım arkadaşına yumruk atıyorsa, daha da önemlisi bu adamlar yıllar önce de benzer bir münasebet yaşamışsa, üstüne bir de yıllardır bu ikili iyi ilişki kuramamışsa kaptanın gönderilmesi yanlıştır diyemiyorum. 11 yıla rağmen yanlış değildir. Ben yarın İbrahim Üzülmez’i Beşiktaş kaptanı olarak hatırlayacağım elbette. Ancak aynı hatayı bir kaptan tekrarlamamalı. Alttan gelen çocuklara örnek olmalı. Kaptan, pazubandı koluna takan adam değildir, sorumlulukları olan adamdır. Diğer taraftan bu işin doğrusu Toraman’ı da göndermektir. Beşiktaşlılığından şüphe etmediğim ve çok sevdiğim adam olsa bile, doğrusunun gönderilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu olay öncesinde, birini göndermek de sorunu çözebilirdi ancak bugün için çözüm değil. Tek bir durumda Toraman’ın takımda kalması doğru olacaktır. Takımın iç yapısını çok iyi bilmiyorum. Eğer Toraman gerçekten uyumlu biri, diğer takım arkadaşlarıyla arasından su sızmıyorsa, problem İbrahim Üzülmez kaynaklıysa Toraman’ın kalması doğru olacaktır.


Bu olayın üzüntüsünü atmadan bir basın toplantısı saçmalığıyla daha karşılaştım. Yıldırım Demirören ve İbrahim Üzülmez. Toplantı hayatımda izlediğim en saçma toplantılardan biri. Demirören’in İbrahim isterse altyapıya gelebilir sözü var. Nasıl yani? Bu adam disiplinsiz diye kovulmadı mı? Beşiktaş’ın çocuklarını bu disiplinsiz adama mı emanet edeceksiniz? Madem İbrahim’e bu kadar güveniyorsunuz, o halde kovmayın. Sonrasında araya sıkıştırdığı dünya Beşiktaş’ı konuşuyor sözleri. Olof Mellberg, Ariel Ibagaza, Dudu, Marko Pantelic, Kevin Mirallas, Raul Bravo, Dennis Rommedahl, Albert Riera. Bu adamların tamamı aynı takımda forma giyiyor. Olmpiakos'da. Kaç kişi haberdar? Evet bunların hiç biri belki Guti, Quaresma ayarında değil ama Beşiktaş dünyada konuşuluyorsa bunlar da en azından bir kaç kez duyulmayı hak ediyor olmalı. Avrupalı Beşiktaş'ın bu transferlerini duymuştur ama konuşuyor demek iddialı bir açıklama. Üstelik yersiz.

Ben İbrahim Üzülmez’i çok seviyorum, İbrahim Toraman’ı da. Ancak hepsinden önce Beşiktaş’ı seviyorum.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Ernst & Bobo


Beşiktaş'ta devre arası transferleri ile birlikte ilk yarının en fazla forma giyen adamı Fabian Ernst ve Beşiktaş'ın golcüsü Da Silva Bobo yedek kulübesinde kaldı. Peki bu kadar verimli adamların yedek kulübesinde kalması doğru mu?

Mustafa Denizli döneminden beri Beşiktaş'ın en etkili iki oyuncusu Ernst ve Bobo'dur. Bu, Schuster döneminde biraz değişti. Ernst ve Bobo biraz da olsa Guti ve Quaresma'nın gerisinde kaldı. Ernst ve Bobo'nun bir adım da olsa geride kalmasının sebebi hem Guti & Quaresma ikilisinin isimlerinin büyüklüğü, hem de Schuster'in oyun sisteminin, bu iki oyuncu üzerine kurulması. Tüm bunlara rağmen Ernst ve Bobo ilk yarıda da oldukça başarılıydı.

Devre arası yapılan Fernandes, Almeida ve Simao transferi ile bu ikili yedek kulübesine çekildi. Peki neden?

Bu soruya iki yönden bakmak lazım. Birincisi Schuster'in kafasındakiler. Alman Hoca'nın kafasındaki oyun sisteminde Bobo tarzı bir oyuncuya yer yok. Schuster'in forveti, pivot santrfor oynayabilecek, güçlü bir oyuncu yani Almeida, ortasahası ise top tekniği iyi olan daha çok hücuma yönelik bir oyuncu ile savunmaya dönük tipik bir önlibero. Yani Schuster'in oyun sisteminde Bobo yerine Almeida, Ernst yerine de Fernandes düşünülüyor. Ernst, Aurelio'nun yerine de tercih edilmiyor çünkü Aurelio daha defansif. Bobo'nun, yerine tercih edilebileceği Nobre ise ortasahaya yardım ettiği için kadroda Bobo'nun önünde yer bulabiliyor.

Diğer taraftan, bu tercihlerin doğruluğu tartışılır. Mesela Almeida'yı kesinlikle Bobo'nun yerine tercih etmem. Bobo, kesinlikle Almeida'ya nazaran gole daha yakın bir isim. Hatta Almeida gole uzak bir isim bile diyebilirim. Beşiktaş'ın golcüsü Bobo'dur. Ankaragücü maçında ne Nobre ne Almeida gol pozisyonuna girebildi. Çünkü oyun tarzları buna uygun değil. Ernst kısmı ise daha vahim. Ernst, Schuster'in sisteminde Aurelio ve Fernandes & Guti ikilisinden birini kesemez ancak kesebileceği bir isim var: Nobre. Nobre'nin savunmaya dönük özelliklerinden yararlanmaktansa, Ernst'in ofansif özelliklerinden faydalanmaya çalışmak daha akıllıca. Nobre'nin maç boyu oynadığı noktaları işaretlediğimizde, Ernst'in rahatlıkla o bölgede oynayabileceğini görebiliriz.

Ernst ve Bobo bu takımın vazgeçilmezidir.

13 Şubat 2011 Pazar

Ankaragücü 1-0 Beşiktaş


Ankara'nın soğuk sessiz akşamında sıkıcı bir maç bekliyordu bizi. Yeni transferlere ve popüler hücum hattına rağmen Guti ve Quaresma'nın eksikliğini her maçta hissediyor Beşiktaş. Guti oyunu yönlendiren, Quaresma da atakları olgunlaştıran isimler. Simao, Fernandes, Almeida ve Ernst ne kadar iyi olsalar da bu ikisinin yerini dolduracak tipte oyuncular değil.

Erken gol maçı çözdü denebilecek bir maç değildi aslında. Erken golü Beşiktaş atmış olsa, bu önerme doğru olabilirdi ama bugünkü durum için bunu söyleyemeyiz. Beşiktaş kazanmak için oynayacaktı, Ankaragücü zaaflardan yararlanmaya çalışacaktı. Gol, bu durumu değiştirmedi. Golün Serdar Özkan'dan gelmiş olması da Beşiktaş açısından büyük bir sürpriz değildi. İbrahim Akın, her maç Beşiktaş için risk oluştururken Serdar'ın golü şaşırtmadı.

Daha 7. dakikada skor 2-0 dahi olabilirdi. Ankaragücü, ilk golün şaşkınlığını yaşayan Beşiktaş karşısında ilk 10 dakikada önemli pozisyonlar buldu ancak yararlanamadı. Bu pozisyonların gol olmaması Beşiktaş savunmasının zayıf olmadığını göstermez. Beşiktaş'ın savunma hattı isim olarak ülke standartlarının üzerinde olabilir ancak oyun içinde, kağıt üzerindekinden çok uzak.

Beşiktaş'ın çift forvet görünümüne rağmen forvetsiz oyun sistemi, Ankaragücü karşısında takımın baskı kuramamasına sebep oldu. Nobre çok geride oynuyor, Almeida ise sol kanada çok yakın oynuyor. Beşiktaş'ı ve futbolcularını tanımayan biri maçı izlediğinde Nobre'yi bir ortasaha oyuncusu sanar. Benzer şekilde Almeida için forvet diyemez. Aslında Nobre ve Almeida'nın forvetten bu kadar farklı mevkiilerde pozisyon alması biraz da Guti'nin yokluğuyla ilgili. Fernandes oyunu Guti ile benzer yerde kuruyor ancak Guti gibi tipik bir forvet arkası oyuncusu değil. Guti'ye nazaran daha geride oynayan bir oyuncu. Fernandes'in geride kalması, Nobre'yi daha da geriye sürüklüyor.


İlk yarının tamamında oyun kurma çabası içinde oynayan bir Beşiktaş vardı. Sürekli oyun kurmaya çalıştı ama kuramadı. Topla oynama yüzdesi aldatıcı olabilir bu maçta. Evet, oyunun tek hakimi Beşiktaş'tı ama topu oynadığı bölge gol bölgesinden çok uzaktı.

Kapalı oyunu açmanın bir diğer yolu da kanatlardan hücum etmektir. Beşiktaş'ta bugün bu opsiyon nerdeyse yoktu. Sağda Hilbert bir bek olarak iyi bir hücumcu, ancak iyi bir açık oyuncusu değil. Diğer tarafta da Simao çok yalnız. Ona yardım eden Almeida, farkında olmadan bir kısır döngüye sebep oluyor. Almeida, Simao'nun orta yapması için ona uygun pozisyon sağlarken, yapılan ortaya vurması gereken isim olduğunu unutuyor. Bu bağlamda ikinci yarıda sahada Köybaşı ve Bobo'yu görmek takımı hücum yönünden daha zengin hale getirecekti. Köybaşı ikinci yarı ile birlikte sahadaydı ama Bobo'yu izleyebilmek için bir 20 dakika daha beklemek zorundaydık. Üstelik Brezilyalı, Almeida ile birlikte oynama fırsatı bulamayacaktı.

Ankaragücü ilk yarıya göre daha etkisizdi. İkinci yarıda hemen hemen geliştirilmiş tek atak dahi yoktu. Maçın sonlarına doğru Serdar'ın cezasahası içinde kaleye gönderdiği ancak kaleyi bulmayan bir top vardı sadece.

Son dakikalara girilirken. Alman hoca son kozunu Ernst'i sahaya sürerek oynadı. Alman oyuncu Ekrem ile yer değiştirirken, Hilbert beke döndü. Bu değişiklik, daha ideal bir dizilişe götürdü Beşiktaş'ı. Fakat maç için çok geçti. Son 10 dakikada iki ciddi pozisyon ubldu ancak top filelerle buluşmadı. Bobo ile Ernst'in ciddi maç eksiği var. Oynatılmadıkları takdirde bu fark daha da açılacak.

Beşiktaş bu mağlubiyetle, tüm hayallerinin kupa ile sınırlı olduğunu gösterdi. Bugünden sonra Beşiktaş, Türkiye Kupası'nı en az Galatasaray kadar önemsemek zorunda. Hedef Şampiyonlar Ligi olmalı ancak bu şartlarda zor bir hedef görünüyor.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Man Utd 2-1 Man City


Man City için şampiyonluk yolunda son trendi. Maç öncesi lider Man Utd'ın 5 puan gerisindeydi ve bir maçı da fazlaydı. Maçın kazanılması durumunda puan farkını ikiye indirecekti ve şampiyonluk ümidini sonraki haftalara taşıyacaktı. Olmadı.

Mancini her ne kadar maçtan önce kazanmak istiyoruz dese de, sahadaki City kazanmaktan çok kaybetmeme üzerine oynuyordu. United'ın tek forvet ve kalabalık ortasahası karşısında, benzer bir strateji ile sahadaydı City. Tevez en uçta, Silva ona yakındı. Takımın dörtlü savunması dışında herkes ortasaha oyuncusuydu. ManU hücum yapmaya çalışan taraf, City ise savunma yapıp hızlı çıkan taraftı. Kalabalık City savunmasını, küçük üçgenlerle açmaya çalıştı Manchester. Mancini'nin ekibi ise alan daraltarak Kırmızı Şeytanlar'a hücum etme şansı vermemeyi deniyordu. Defansın arkasına atılan topu Nani çok iyi kontrol etti ve sonrasında golü yapmakta zorlanmadı. Bu dakikadan sonra City'nin biraz daha baskılı oynayacağını düşünürken, ilk yarının sonlarında ManU 2. golü arıyordu.

İkinci yarıda City biraz daha fazla yüklenmeye başladı. Oyuna Dzeko da girdi ve forveti çiftlediler. Dzeko aynı zamanda cezasahasına şişirilen toplarda da etkili olabilecek bir isimdi. Man City'nin Ferdinand'ın eksiğine rağmen pozisyon vermeyen ManU savunması karşısında biraz şansa ihtiyacı vardı. Dzeko'nun şutunda top dışarı gidecekken, Silva'nın sırtına çarptı ve van der Sar beklemediği yerden gol yedi.

Gol sonrası ManU bir türlü o beklenen baskıyı kuramadı. Man City karşısında oyuna hükmeden taraftı ama rakibin bunaltacak pozisyonları bulamıyordu. Ortasahadaki üstünlüğünü bir adım ileri taşıyamıyordu. City ise ilk yarıya nazaran daha organize geliyordu. Silva'nın önderliğinde topu hücuma çok iyi taşıyordu. Rafael yerine O'Shea'nin oynaması Manchester'ın hücumda bir kişi fazla oynama şansını elinden alıyordu. Nani sağda tek kalıyor, ona Fletcher yardıma geliyordu. Man Utd'ın organize atak üretmekte zorlandığı dakikalarda, Nani'nin sağdan ortasında Rooney enfes bir vuruşla topu ağlara yolladı. Rooney'in bu rövaşata golü sezonun en güzel gollerinder biri olacaktır.

Man Utd ilerleyen dakikalarda skoru korumayı bildi ve Man City'nin şampiyonluk umutlarını Old Trafford çimlerine gömdü. Arsenal'in bugün kazanması durumunda şampiyonluk şansı devam edecektir. Chelsea'nin umutları ise iki ManU maçına bağlı görünüyor. Chelsea, o iki maçtan en az 4 puan çıkaramadığı durumda, Maviler'in şampiyonluk hayalleri bir sonraki yıla kalacaktır.

11 Şubat 2011 Cuma

Guti


Guti Hernandez'i rüyamda gördüm. Hayırlısı olsun. Rüyanın hatrına eskilerden bir kare paylaşayım...

10 Şubat 2011 Perşembe

N'aptın Agger?


Dövme yaptırırsın eyvallah ama bu işin de bir adabı olmalı. Vucudu tuvale çevirmenin gereği yok. Cisse, Beckham, Ireland, Materazzi, Cahill ve Necati gibi bazı oyuncuların dövmelerinden haberim vardı ama Agger'in vucudunu görünce, daha doğrusu dövmeden tenini göremeyince şok oldum. N'aptın hacı? Adam vücuduna Viking mezarlığı çizdirmiş. Michael Scofield gibi adam...



Roque Santa Cruz Foundation

Roque Santa Cruz duyarlı insandır. Yardıma muhtaç çocuklar için kurduğu Roque Santa Cruz Foundation adında bir kuruluşu var. O çocuklar için stüdyoya girmiş. Sesi çok iyi diyemem...

9 Şubat 2011 Çarşamba

Beşiktaş'ı unutamadı mı?


John Carew ve boynuna yaptırdığı dövmesi. Norveçli yıldız yeni takımında yeni dövmesiyle karşımıza çıkıyor. "Ma Vie, Mes Régles’" yazısı ve üzerinde kanatlar. İngilizler de tam olarak ne yazdığını anlayabilmiş değiller. é harfi farklı aksanlarda farklı manaya geldiğinden Carew'in ne demek istediği tam olarak bilinmiyor. En yakın çeviri "Benim hayatım, benim dönemim" gibi görünüyor. Bunun yanında "Benim hayatım, benim aybaşım" manasına da gelebiliyor bu sözler.

Türkiye'de bu kelimelerin manası konuşulmaz tabi. Fotoğrafı ilk gören gazeteci kanatlardan kartal yapar, Carew'in Beşiktaş aşkına bağlar.

Diego & Helmes & McClaren


Filippo Inzaghi'nin bilerek penaltı kaçırdığı ve sonrasında Fatih Terim'in gönderilmesi efsanesi hala hatırlanır. Bilmiyorum, belki de efsane değildir. Doğruluk payı vardır. Haftasonu Wolfsburg menejeri Steve McClaren'ın görevine son verildi, peki öncesinde ne oldu.

Hannover karşısında Wolfsburg 1-0 mağlup. Dakika 80'de Diego'ya yapılan faul sonrası hakem penaltı noktasını gösteriyor. McClaren kenardan Helmes'i işaret ediyor. Helmes da penaltıyı kullanmak için kendisinin işaret edildiğini söylüyor. Diego oralı değil. Helmes, takımın yenisi, ısrar edemiyor. Brezilyalı topu alıyor, penaltı noktasına dikiyor. Vuruyor ve top direkte patlıyor. McClaren çılgına dönüyör tabi.

Soyunma odasında Diego'ya çıkışıyor ve 100,000 € ceza veriyor. Sonuç: McClaren takımdan gönderiliyor. Yorum sizin.

8 Şubat 2011 Salı

Jose Manuel Reina


Kimi futbolcular takımlarına duygularıyla bağlıdır. Mesela Totti'yi Roma'dan ayıramazsınız. Benzer şekilde Giggs, Man Utd'ın oyuncusudur. O, kırmızı formayla o kadar özdeşleşmiştir ki sokakta tişörtle görsek yadırgarız.

Her oyuncudan bu bağlılığı beklemek hata olur. Torres'de böyle bir beklenti vardı sonu hüsran oldu. Transferin akşamı formalar yakıldı. İspanyol oyuncu kupa istiyordu. Liverpool da muhtemel beklentilerine karşılık verebilecek gibi görünmüyordu. Liverpool, önümüzdeki yaz büyük ihtimalle bir benzer durumla daha karşılaşacak. Jose Manuel Reina, sene sonu Manchester United'a gidebileceği sinyalleri verdi.

İspanyol radyosuna konuşan Reina, "Şampiyonluk için ve şampiyonlar liginde başarı için oynamak istiyorum. İki yıldır bu hedeften uzaktım. Yalan söyleyemem, şampiyonluk ve şampiyonlar liginde başarı için oynamak istiyorum" dedi. Man Utd ile ilgili sorulan soruya da "van der Sar sezon sonu bırakıyor. Şu anda bir şey yapamam. Liverpool'un sözleşmeli oyuncusuyum" dedi. Son derece politik bir cevap. Hocam işte adam Liverpool'un oyuncusuyum demiş, sen daha ManU'ya gidebilir diyorsun. Haklısınız, demiş ama o da böyle bir fırsatın kaçırılamayacağının farkında.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Gol çizgisi teknolojisi


Geçtiğimiz hafta Beşiktaş-Karabükspor maçında topun gol çizgisini geçmesine rağmen, golün verilmemesinin yankıları hala devam ediyor. Bunun benzeri, geçtiğimiz yaz oynanan Dünya Kupası'nda İngiltere-Almanya maçında da meydana gelmişti. İngilizlerin net golü görülmedi ve o maçı Almanlar 4-1 kazandı. Oysa o gol verilseydi skor 2-2 olacak ve moralli İngiltere maçı koparabilecekti.

Bu, FIFA'nın başını ağrıtan bir mesele. Sepp Blatter, bu konuda önceleri muhafazakar davransa da artık işin içinden çıkılmaz konuma geldi. FIFA, gol çizgisi teknolojisini denemeye alma kararı aldı. Denemeleri İsviçreli firma EMPA'ya yapacak. Denemelere bugün (7 Şubat)'ta başlandı ve 13 Şubat'a kadar devam edecek. FIFA'nın en büyük isteği %100 hatasız çalışan bir sistem kurulması ve hakeme anında haber vermesi.

5 Mart'ta Galler'de bir toplantı yapılacak ve deney sonuçları tartışılacak. Bu toplantı sonrası gol çizgisi teknolojisinin yaygınlaştırılıp yaygınlaştırılmayacağına karar verilecek.

6 Şubat 2011 Pazar

Torres

Rakibe yar olanlar #1


Bir taraftar için şampiyonluğu ezeli rakibine kaptırmaktan daha ağırı, sevdiği oyunculardan birini rakibe kaptırmaktır. Bugün Anfield Road sakinleri Chelsea'ye kaptırılmış bir şampiyonluğu, Torres'in gidişine yeğlerdi. Bu tip transferler ülke dışından daha kaliteli bir oyuncunun transferinden daha değerli olabiliyor. Bir taraftan takımı güçlendirirken, diğer taraftan rakibini o ölçüde zayıflatıyorsun. Taraftarlar arasındaki psikolojik üstünlük de cabası.
Torres transferi bir ilk değil. Tarih, çok daha ağırlarına şahitlik etti. Barcelona'dan Madrid'e gidene de, Floransa'dan Torino yolu tutana da, hatta evini dahi değiştirmeyip stadını değiştirene de.

İngiltere bu konuda en sabıkalısı. Ülke içinde bir çok oyuncu, iyi döneminde rakibin yolunu tuttu. Kimisi kendi isteğiyle gitti, kimisini de kulüp göndermek istedi. Ezeli rakibe kaçısın en enteresanlarından birine Lee Clark imza attı. Clark, altyapısından yetiştiği Newcastle'da 10 yıl geçirdikten sonra, Newcastle'ın ezeli rakibi Sunderland'e gitti. Üstelik o dönemde Sunderland İngiltere birinci ligindeydi. Clark, Premier Ligden İngiltere 1. ligine transfer oluyordu. Sunderland ile iki başarılı sezon geçirecek ve birinci yıl sonunda Play-offlarda Premier Ligi kaçıran takım, ikinci yılında EPL'ye çıkmayı başaracaktı. Lee Clark Sunderland formasıyla hiç Premier Ligde oynama fırsatı bulamayacaktı. Ne olduysa o 99 FA Cup finalinde oldu. Newcastle United ile Manchester United arasında oynanan FA Cup finalinde NU taraftarının giydiği, Sunderland taraftarını aşağılayan "Sad Mackem Bastards" tişörtünü giyince takımdan gönderildi. Belli ki eski kulübünü satsa da kalbi hala oradaydı. Clark, daha sonra Fulham ile anlaştı. 4'ü Premier Ligde olmak üzere 6 yıl Fulham formasını terletti, hatta kaptanlık pazubandını dahi takmaya başlamıştı ki kontratının bitişiyle yuvasına döndü. 2 yıl NU forması giydikten sonra futbola veda etti.

İngiltere'deki bir başka sansasyonel transfere de Sol Campbell imza attı. 9 yıl oynadığı Tottenham'dan 2001 yılında ayrıldı ve aynı şehrin bir başka takımına gitti. Adres Arsenal'di. Üstelik İngiliz stoper, eski kulübüne tek kuruş kazandırmadan gitmişti. Spurs taraftarı onu hain ilan etti. Oysa bir süre öncesine kadar en sevdikleri oyuncuydu. Oysa bu sevdikleri adam Tottenham'ın aylık dergisine "Asla Arsenal'de oynamam" demişti. Dün dündür, bugün bugündür sözünü biz bir Türkiye klişesi sanıyorduk, meğer Campbell'ın lügatinde de varmış. Transferden sonra Daily Mail onu tarihin en hain futbolcusu ilan etti.


Listeye girebilecek bir başka isim de Carlos Tevez. Adı kendinden çok daha önce gelmişti Avrupa'ya. Apaçi'yi, Avrupa'ya gelmesi için ikna etmeyi deneyen çok oldu. O, vatandaşı Mascherano ile birlikte 2006 yılında West Ham Utd'a gelmeyi tercih etti. West Ham ile geçici bir sözleşme yapmıştı. 1 yıl oynadıktan sonra Sir Alex Ferguson'un Manchester'ına transfer oldu. Ronaldo ve Rooney'in olduğu efsane kadrodaydı. 2 yıl boyunca ManU ile büyük başarılar yakaladı ama Fergie ile yıldızı bir türlü barışmadı.Öyle ki Cristiano'nun gitmesine ve oynama ihtimalinin güçlenmesine rağmen Ferguson onu kadroda tutmak istemedi. Ona o parayı verebilecek ilk takım komşuydu. 47 milyon pound bonservis ile evini değiştirmeden, stadın yolunu değiştirdi. Man City taraftarı onu "Manchester'a hoşgeldin" diye karşıladı. Manchester taraftarı üzgün değildi ama şehrin kuzeybatısında mutluluk vardı.

Eric Cantona hakkında anlatılacak o kadar çok şey var ki, bu transfer hikayesi belki de en sıradanı. 92 yılında Eric, Fransa'dan İngiltere'ye geliyor. Leeds United ile bir sezon geçiriyor. O yılın sonunda Leeds United Başkanı Bill Fotherby, Denis Irwin'i transfer edebilmek için Man Utd Başkanı Martin Edward'ı arıyor. Edward, konuyla ilgili olarak Alex Ferguson'a danışıyor. Sir, transfere izin vermiyor. Bu arada Alex Ferguson takımına forvet arıyor. Le Tissier, Hirst ve Deane ile ilgileniyorlar. Fergie, başkanına Cantona'nın transferinin mümkün olup olmadığını soruyor. Irwin transferi konusunda anlaşamayan Edward ve Fotherby, Cantona konusunda 1.2 milyon Pound'a anlaşıyor. Sonrasında Man Utd için efsane yıllar başlıyor.

Nasıl ki Sol Campbell, Arsenal'in büyüsüne kapılıp Londra yolu tutmuşsa, Ashley Cole da benzer sebeple ezeli rakip Chelsea'ye gitti. Arsenal bu kez mağdur olan taraftı. Ashley Cole ile Chelsea arasındaki yakınlaşma 2004 yılının sonlarında başladı. 2005 ocak ayınca Ashley Cole'un menajeri Jonathan Barnett, Jose Mourinho ve Peter Kenyon bir otelde buluştular. Üçü bir aradaysa konu kesinlikle Ashley Cole'dur. Bu olayın üzerine Cole da dahil olmak üzere tüm taraflar cezalandırıldı. Sözleşmeli futbolcunun, kulübünden izinsiz transfer görüşmesi yapması ya da menajeri ile bu görüşmenin gerçekleşmesi cezaya sebebiyet veren bir durumdu. 2005'in haziran ayında Ashley Cole kulübüyle olan mevcut sözleşmesini bir yıl daha uzatarak dedikodulara son verdi. Dedikodular o an için bitmişti ama Ashley Cole ve Mourinho'nun biraraya gelme istekleri devam ediyordu. 2006 sezonu Ashley Cole için sorunlu geçiyordu. Yönetimle bir takım sorunlar yaşadı İngiliz oyuncu. Arsenal'in 2006-07 sezonu takım fotoğrafında Cole'un olmayışı artık iplerin koptuğunu gösteriyordu. Bunun üzerinden çok geçmeden Arsenal ile Chelsea kulübü Cole'un transferi için bir araya geldi. İki tarafın kafasındaki fiyat birbirinden uzaktı. O dönemde Gallas'ın da Chelsea'den ayrılmak istemesi, Cole transferini kolaylaştırdı. İkili takas edildi, Chelsea üzerine 5 milyon pound ödedi.

İngiltere'den İskoçya'ya uzanalım. İskoçya'da iki kulüp vardır. Celtic, Rangers. Birinden diğerine bir oyuncunun gitmesi ülkeyi ayağa kaldırmaya yeter. Bu oyuncu arada bir başka takımda oynamış olsa bile. Mo Johnson 4 yıl Celtic forması giydikten sonra Nantes'a transfer oluyor. İki sezon geçirdikten sonra sözleşmesi bittiğinde Celtic'e gitmek istediğini söylüyor. Hatta o dönem tekrar İskoçya'ya gitme planları yapıyor. Celtic Park'taki bir basın toplantısında dünyada oynamak istediği tek kulübün Celtic olduğunu söylüyor. Daha bu sözleri gazete sayfalarını süslerken Rangers'a imza atıyor. Johnson'a sağlam sözleşme öneren Souness'ın takımı, yıldız oyuncuyu kapıyor. Bu transfere iki kulübün taraftarları da memnun olmuyor. Bir taraf kendini ihanete uğramış hissederken, diğer taraf aklında Celtic olan futbolcuyu takımında istemiyor.

Adadaki bu transferler çoğaltılabilir. Rio Ferdinand'ın Leeds United'dan Manchester United'a, Nick Barmby'nin Everton'dan Liverpool'a, bir başka Everton oyuncusu Rooney'in ManU'ya, Andy Cole'un Newcastle'dan Manchester'a transferleri de bunlara eklenebilir.

Bu transferlere son eklenen isim: Liverpool'dan Chelsea'ye giden Torres. Aslında İspanyol futbolcunun Liverpool'a gelişi de olaylıydı. Atletico'nun çocuğunun, arma kadar değerli kaptanlık pazubandının altından sarkıttığı "You will never walk alone" yazısı El Nino'nun kaderini çizmişti. Rafa Benitez böylesine kaliteli bir oyuncuyu kaçırmak istemezdi, kaçırmadı da. Oysa yıllar El Nino'nun Liverpool sevdasının yalan olduğunu ortaya koyacaktı. Kupa sevgisi, Liverpool sevgisini yenecekti. Torres bugün Londra'da, Liverpool efsanesi olmayı elinin tersiyle bir kenara itti, Chelsea efsanesi olabilir mi? Sanmıyorum. Aradığı tadı bulamazsa bir başka yola girer.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Beşiktaş 1-1 Karabükspor


Hakemin bu kadar ön plana çıktığı bir maçta futbol yazmak içimden gelmiyor. Burda Beşiktaş'ın bugün neden baskı kuramadığını, Karabüspor'un maça nasıl ortak olduğunu yazmak isterdim ama olmuyor. Kamil Abitoğlu kararlarıyla ön plana çıkmayı başarmışken, bunlardan bahsedemiyorum.

Simao'nun içerdeki pozisyonuna frikik verdi. Emenike'nin penaltı pozisyonu ve Beşiktaş'ın verilmeyen net golü. Oyun içinde de iki kez Beşiktaş'ın atağını fiziksel olarak kesti. Birinde Ernst'i engelledi, diğerinde atağa çıkarken top ona çarptı ve Karabük atağına dönüştü. Yan hakemin sakatlanması ve oyunun 3-4 dakika durması da komedi. 4. hakem sadece tabelayı kaldırmak için orda değil. Yardımcı hakem sakatlandıysa, 4. hakem onun yerine devam eder. Oyunu soğutmaya hakkı yok.

Kamil Abitoğlu büyük bir skandala imza atmıştır bugün. Bu sene ligde herhangi bir maç yöneteceğini sanmıyorum. Mete Düren, Beşikaş aleyhine bir oyun olduğunu savunuyor, ben katılmıyorum. Öyle bir oyunun olduğuna inanmıyorum, inanmak istemiyorum. Ancak Türk hakemlerinin oldukça zayıf ve yetersiz olduğu da aşikar. Bir ikisi dışında hiçbiri yeterli değil. Bir kere sertliğe inanılmaz bir tolerans gösteriliyor. Bugün Guti yoktu. Hafta arası Gaziantep BB maçında da yoktu. Çünkü İBB maçında darbe ile sakatlandı. Simao, Quaresma, Guti topu her ayağına aldığına darbe alıyor. Tekme yiyor. Almeida'nın kafasında sürekli bir el var. Bunlara göz yumuluyor. Lig çok sert geçiyor. Buna mücadele diyemem, barbarlık derim...

Robin Hood Keano


Keano'yu genelde karizmatik fotoğraflarıyla hatırlarız. Ciddi insandır, ağır takılır. Geçmişi şöyle bir karıştırdığımızda, vakti zamanında onun da kostüm giyip poz verdiğini görüyoruz. Pek gönüllü olmasa da konsepte en uygun isim olarak belirlenmiş ve 91 FA Cup finalinin reklamı onunla yapılmış.

N. Forest'in hala iyi olduğu yıllar. 91 FA Cup finalinde rakipleri Tottenham. Kaptan Stuart Pearce'in golü yetmiyor.Spurs, Stewart ve Walker'ın golleriyle kupaya uzanıyor. Bizim Keano o zamanlar Forest forması terletiyor. Man Utd'a geçmesine daha iki sezon var. Bu arada Sir Alex, altyapıdaki çocukları yetiştirmekle meşgul.

4 Şubat 2011 Cuma

Arshavin - Eboue - Bendtner

Torres - Terry

İngilizlerin sorusu net: Torres, Chelsea'ye gittiği için kaygılanmalı mı? Terry için bir bizim burda şöyle derler: Adın çıkacağına canın çıksın...

3 Şubat 2011 Perşembe

Uçan adam Micah Richards


Dün Man City'nin Birmingham ile 2-2 berabere kaldığı maçta 30. dakikada Micah Richards yürekleri ağıza getirdi. Savunmadan topu çıkarırken uçarak kafayı vurdu, sonrasında Nigel de Jong ile çarpıştı. Genç İngiliz hastaneye kaldırıldı...


Bir ara kendini bırakınca çok daha ciddi bir şeyler oldu sandım ama neyse ki korktuğum başıma gelmedi.

Neville bıraktı


Gary Neville ani bir kararla futbolu bıraktı. 20 yıl terlettiği formaya dün veda etti. Futbolu bıraktığı için üzgün olduğunu ama artık başka bir deneyim yaşamak istediğini belirtti. Aslında 35 yaşındaki bir adam için futbolu bırakmaktan doğalı yok ama insan alışınca bırakmasını yadırgıyor işte. Başka takımda olsa yüzüne bakmayacağım adam hayatını Manchester'a adayınca seviliyor.

Fergosun onun için kendi jenerasyonunda İngilitere'nin en iyi sağ bekiydi dedi. Neville bu vedasıyla bir de ilki gerçekleştirmiş oldu aslında. Ferguson'un yetiştirdiği ve Man Utd'da uzun süre birlikte oynadığı arkadaşları arasında futbolu ilk bırakan oyuncu oldu ve bir devrin kapanmaya başladığının sinyallerini verdi.


Neville ile birlikte şöyle biraz geçmişe gidelim. Fotoğraf 92 yılına ait. Manchester'ın genç takımı. Gary Neville ayakta soldan 2. sırada. Beckham o zamandan karizmaymış. Scholes aralarında en tatlı olanı, şimdi o haliyle olsa yanaklarını sıkardım. Nicky Butt, Phil Neville, Robbie Savage, Ben Thorney, Chris Casper. Duygulanmamak elde değil...