29 Kasım 2011 Salı

27 Kasım 2011 Pazar

Trabzonspor 0-1 Beşiktaş / Carvalhal kazandı


Hafta arasında Tayfur Havutçu çıkabilir dedikoduları vardı. Tayfur Hoca'nın çıkması demek, Carvalhal'e teşekkür anlamına gelir. Ya da bize vakti zamanında dedikleri şey buydu. Bugün başkan ya da buna kim karar veriyorsa ne düşünür bilemeyiz. Bu dedikodular dolaşırken, Carvalhal'in sezonun en iyi performansını sergilemesi ironik.



Trabzonspor, ideal kadrosunu korurken Beşiktaş bambaşka bir takımla sahaya çıktı. Trabzonspor aslında geçen sezonki sisteminden çok farklı oynamıyor. Halil ikinci forvet ynamasına rağmen kanada atılmış. Ortada Alanzinho, Colman hızlı çıkarak ya içeri driblingle giriyor ya da Burak'ı defansın arkasına sarkıtıyor. Onların gerisinde de Zokora savunma ile ortasahayı bağlıyor ve o bölgeyi kontrol ediyor. Sağda Celutska ve Serkan ile hücuma destek veriyor. Oyuncuların orijinalde defansif olması bu bölgeden gelen atakları kısmen kısır hale getiriyor. Kısaca kadro yapısını incelediğimizde net bir biçime hocumu ortadan yapan bir takım görüyoruz.


Beşiktaş, bugün normal oyun düzeninden farklıydı. Bunda farklı oyuncuların kullanılması da etken. Necip, Aurelio ve Simao'nun yokluğunda mecburen bu tip bir oyun düzenine gitmişti Portekizli. Haftalar sonra Toraman ve Fernandes ilk 11'deydi. Üstelik Toraman alışık olduğu bölgenin aksine defansif ortasaha pozisyonundaydı. Çok açık biçimde bu kararın Trabzon oyun düzenini çökertmeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Hücumda ise Simao'nun yerinde Ekrem vardı. Daha doğrusu yoktu...


Carvalhal dersine çok iyi çalışmıştı. Inter maçında tipik bir Trabzonspor büyük maç performansı izlemiştik. Bu maça da benzer bir oyun düzeni ile çıkması muhtemeldi ve öyle de oldu. Carvalhal, Dörtlü defansın önüne Toraman'ı koymuştu. Fernandes ve Ernst de rakibi geride karşılıyordu. Ekrem de savunmaya yardıma gelince o bölgede sayı olarak çoğalan bir Beşiktaş vardı. Trabzonspor'da Serkan'ın sağdan bindirmeleri dışında herhangi bir kanat organizasyonu mümkün değildi. Mümkün olmadı da. Alanzinho ile Colman hızlı geliyor ama 3. bögeye girdiğinde takım duruyor ve çaresiz kalıyordu. Ernst ve Fernandes önde basıyor, bir aşama daha geçtiğinde Toraman basıyor ve Trabzon top çevirmek zorunda kalıyordu. Trabzon'un girdiği pozisyonlar da, Burak'la buluşturulan topun, savunmanın arkasına kaçan birine aradan verilmesi ile gelişiyordu. Bunların da bazıları ofsayt olmuştu.




Diğer taraftan Beşiktaş Trabzon'un oynamasına izin veriyor ama çok daha tehlikeli pozisyonlar buluyordu. Öyle ki Quaresma 3 kez kaleci ile karşı karşıya kaldı. Üstelik Beşiktaş'ın kontra atakları da çok iyi değerlendirdiği söylenemez. Beşiktaş savunmada kusursuz oynarken, özellikle Egemen harika bir performans sergilerken, hücumda çok da verimli değildi. Hugo Almeida en etkisiz maçlarından birini geçirdi. Simao'nun yokluğu, umutları Fernandes ve Quaresma'ya bağlattı. Fernandes, top hakimiyeti çok yüksek, çok rahat çalım atabilen ve pas yüzdesi çok yüksek bir oyuncu ancak oyunu yavaş oynuyor. Bugün Trabzon'da oynasa, oyunu yavaş oynuyor diye eleştiremezdik belki ama hızlı oynamak zorunda olduğu bir sistemde göze batıyor.



Almeida ve Ekrem'in çıkışı sonrası Beşiktaş farklı bir hücum hattına sahip oldu. Holosko ve Pektemek gibi hızlı ve kontra atağa daha yatkın iki oyuncu ile gol aramaya başlamıştı. Gerçi gol bulmak gibi bir niyeti var mıydı bilmiyorum.

Hakeme ve kararlara geçmeden önce Hilbert için bir paragraf ayırmak gerekir. Savunmada çok iyi olduğunu iddia edemem ama o bölgede oynamaya çalışan herkesten daha iyi. Hücumda ise Beşiktaş'ın transfer listesine girebilecek bir kanat oyuncusundan daha zayıf değil. Harika çıkıyor ve doğru işi yapıyor. İlk 11'de adı ilk yazılması gerekenlerden.


Trabzonspor'un savunması zayıf. Takım halinde savunması iyi ancak stoperleri takım kalitesinin çok altında. Giray, Beşiktaş'ta 18'e giremez. Glowacki de yabancı kontenjanına takılır. Egemen gerçekten büyük kayıp. Tolga iyi ama tüm topları sektirdiği de gözden kaçırmamak gerekir. Beşiktaş Hakan'ı astı bu pozisyonlar yüzünden.


Beşiktaş'ın penaltısı çok netti. Tartışmaya bile gerek yok. Kırmızı kart da bir o kadar doğruydu. Quaresma'nın sarı kartı çok anlamsızdı. Sahaya rakip taraftarı almıyorsun ve golü atan oyuncu nereye koşsa rakip taraftar. Quaresma her gol sonrası yaptığı şeyi yapıyor ve kart görüyor. Neden? Rakip seyirciyi tahrik diye. Komik.



Burak'ın Toraman'ın eline değdi itirazı tuhaf. O pozisyonda birinin eline değdiyse o Burak Yılmaz'ın elidir. Burak bu ülkenin en bedava penaltı aldıran oyuncusudur ve bu pozisyonlarda da penaltı beklemesi normal. Burak hakemle çok oynuyor ve tribünü tahrik ediyor. Beşiktaş'ta olmadığı için çok mutluyum.


Trabzon'un son dakikada faul verilerek kesilen pozisyonu, bence goldü. Evet o bölgede bir temas var ama o temasla yıkılacak adam değil Egemen. Bunu değerlendirirken, yükselmekte olan oyuncuya yapılan temasın etkisini de göz önünde bulunduruyorum.


Carvalhal'in kazandığı, Şenol Güneş'in kaybettiği bir maçtı.

Hırs?


Dün oynanan Man Utd - Newcastle United maçı uzun süre hafızalarda kalacaktır. Kırmızı şeytanlar son 10 dakikada yarım sezonluk pozisyon harcadı. Bugün City'nin Liverpool engelini aşması durumunda fark 7 puana çıkacak.

Man Utd - NU maçı, konuşmak için skorundan daha fazlasını barındırıyor. 2 önemli noktaya dikkat çekmek gerekir. Birincisi Rooney'in Coloccini'ye yaptığı sert hareket. İkincisi ise Newcastle'a verilen komik penaltı.

Bir Man Utd taraftarı olarak Rooney'i çok seviyorum. Sahada hırslı futbolcu görmek herkesi mutlu eder. Arsenal taraftarı Song'u, Liverpool taraftarı Gerrard'ı sever. İyi futbolcu olmalarının, kulüpler için farklı anlam ifade etmelerinin yanı sıra hırslı olmaları da onları taraftarın gönlünde farklı yerlere koyar. Ancak Rooney'in bu hırsı zarar verecek boyutlara ulaşabiliyor. Kendine de, rakibe de, takıma da zarar verebilir hale geliyor. Rooney'in, Coloccini'ye yaptığı hareketin savunulacak yanı yok. Eğer o tekmelerden biri Coloccini'ye gelmiş olsaydı Rooney kırmızı yerdi. Şanslı ki tekmeler boşa geldi. Ancak bu pozisyon cezasız kalmayacaktır. Kalmamalı da. Diğer taraftan Coloccini'yi tebrik etmek gerekir. Pozisyonda sağduyulu davrandı ve soğukkanlılığını korudu. Pozisyonda sağ duyusunu kaybeden Ben Arfa idi. Ligin en sert oynayan takımının bir oyuncusunun, alakası olmadığı bir pozisyona bu kadar fazla tepki göstermesi saçma. Evet Rooney'e kırmızı dahi çıkabilirdi ve yaptığı hareketin centilmenlikle uzaktan yakından alakası yoktu ama maç içinde kasap kesilen takımın oyuncusunun da bu pozisyona bu denli tepki göstermesi, bir o kadar yersizdi.

Rooney - Coloccini pozisyonunda Ronney'e tepki göstererek sarı kart gören Ben Arfa penaltı pozisyonunun mimarı. Rio'nun ayağından çok temiz aldığı topta yere düştü ve takımına penaltı kazandırdı. Bu pozisyonda aslında hakem Mike Jones doğru karar vermişti ama yan hakemden etkilenerek kararı penaltıya çevirdi. Bu kadar net hatalı bir kararın, sürekli kollandığı iddia edilen Man Utd aleyhinde olması da ironik. Sir Alex bunu çok sefer dillendirecektir.




Bir de gecenin penaltı kazandıramayanı var. Benim gördüğüm en sahtekar oyunculardan biridir. Busquets dün de penaltı denedi ama bu sefer olmadı.












26 Kasım 2011 Cumartesi

Tanıdık bir isim: Bruno Mezenga




Bu isim bize uzak değil aslında. 2008-09 sezonunda Orduspor'u ikinci ligde uçuran adam. O dönem Ordu'da kiralıktı ve Süper Lig kulüplerinin bonservisini alacağı konuşuluyordu. Kimse almadı ya da alamadı. Flamengo geçen sene Legia Varşova'ya kiraladığı oyuncuyu bu sezon da Kızılyıldız'a kiraladı. Mezenga'nın kiralık gittiği 5. kulüp. Yaşı ise henüz 23. Golü ise muhteşem.

NBA IS BACK



Orkun Çolakoğlu'nun dediği gibi aslında Lakers'lıların galibiyet şarkısıdır ama lokavtın bitişi şerefine!

23 Kasım 2011 Çarşamba

Manchester City için yarın güneş doğar mı?


Beşiktaş'ın ekonomik yapısı ile ilgili bir sürü yazı yazmışımdır. Özellikle yapılan her transfer sonrası buna dikkat çekmiştim. Kulüp ekonomik olarak doğru yönetilmediği takdirde başarı sürekli olamaz. Dünya çapında bir kulüp olsa dahi futbol dışı gelir elde etmiyorsa sıradan olmaya mahkum olur.


Bu sefer konuğumuz Beşiktaş ve çok zengin (!) başkanı Yıldırım Demirören değil. Manchester City.


Manchester'ın gölgede kalmış kulübü Arap sermayesini arkasına aldığı günden beri futbol sahnesinde daha fazla görünmeye başladı. Bugün EPL'de liderler. En yakın rakipleri Man Utd'ın 5 puan önündeler. Üstelik ezeli rakiplerini ligde 6 golle bozguna uğrattılar. Sportif anlamda herşey istedikleri gibi gidiyor. City of Manchester sakinleri son yıllarda hiç olmadıkları kadar mutlular. Peki bu mutlulukları uzun sürecek mi?


Man City, her ne kadar çok başarılı bir geçmişe sahip olmasa da İngiltere'nin büyük sayılabilecek kulüplerinden biridir. Man Utd, Liverpool ayarında olduğunu söylemek tabi. Bugün bu iki rakibinin de üzerindeyse ve şampiyonluğun favorilerinden biri gösteriliyorsa bunu Skeikh Mansour'a borçlu.


Mansour, kulübü satın aldığında ne taraftar ne de futbolcuları şampiyonluk hayali kurabiliyordu. Muhtemelen o günkü kadroyu oluşturan futbolcular bugün hala şampiyonluk hayali kuramıyor durumdadır. Bugün kadroyu oluşturan futbolcular şampiyonluğa inanıyor, üstelik bu inançları her geçen gün artıyor. Mancini de futbolcularına güveniyor.


Peki City'i uzun yıllar şampiyonluğa oynarken görebilecek miyiz? Yoksa saman alevi mi?


UEFA, özellikle Arap patronların futbol piyasasına girmesinden ve piyasayı allak bullak etmesinden rahatsız. Yeni gelecek kurallarla futbol dışı parayı engellemeyi planlıyor. Bunu ne denli gerçekleştirebilir, nasıl kontrol edebilir bilmiyorum. Yarın City, stadın isim hakkını sattım, değeri 1 milyar € derse ve başkan cebinden kulübe 1 milyar verirse UEFA buna ne der? Ne diyebilir? Bilmiyorum. Bunları engellerse City'nin geleceği çok karanlık.



Bugün City'de kadrodışı bırakılan Tevez haftalık 180,000 pound kazanıyor. Kulübün en fazla kazanan oyuncusu. Tottenham'da kiralık oynayan Adebayor'un maaşının yarısını City ödüyor. Haftalık 75,000 pound. Arsenal'in en fazla kazanan oyuncusu RVP'den daha fazla kazanan 7 oyuncusu var. Üstelik bunların arasında Kolo Toure de var. Arsenal'den gelen Clichy 90,000 kazanıyor. Bu para Arsenal'de en fazla kazanan 2. oyuncu yapardı onu. Clichy'nin ayrılmasına şaşırmamak gerekir. Bunlar oynayıp da kazananlar, bir de oynamadan cep dolduranlar var. Bridge 80,000 kazanıyor haftada. Bu para onu Man Utd'da en fazla kazanan 6. oyuncu yapardı mesela. Santa Cruz için hala haftada 45,000 kenara ayırması gerekiyor. Bugün City'den oyuncu almak zor. Real'den, Barça'dan alırsınız City'den alamazsınız. Haftalık ücretler o kadar şişmiş ki, o parayı verecek takım az bulunur.


Bu sebeple City elindekileri satamıyor. Neden satamıyor. Birinci neden bonservis istiyor ve almak isteyen takım City'nin satmak zorunda olduğunu bildiği için para vermeye yanaşmıyor. Mezarcılık yapıyor kısacası. İkinci neden de oyunculara aynı parayı verecek takım çok fazla çıkmıyor haliyle. Gareth Barry ben gidiyorum dese, aynı parayı kazanacağı kulüp bulamaz. Yaya Toure bugün Gerrard'dan, Nani'den, Terry'den, Lampard'dan çok kazanıyor. Allah arttırsın ne diyelim...


Yarın, bugün kadar olmasa da yine oyuncu alınacak ve yine ikna metodu para olacak. van Persie için kese açılacak ve bu sefer Dzeko bir başkasına kiralanacak. Para kimin umrunda? Kimsenin...

21 Kasım 2011 Pazartesi

Beşiktaş 0-0 Galatasaray


Bir gün kadar gecikmiş de olsam, derbiyi not düşmeden geçmek olmaz. 0-0 biten kısır bir derbiydi. Beşiktaş Fenerbahçe maçı çok daha kaliteli bir maçtı. Takımları bilmeden izleyen biri 20. dakikada diziye dönerdi.


İki takım da eldeki en iyi kadrosuyla çıkmıştı. Galatasaray'da toptan soğumuş Servet'in yerine kısmen tecrübesiz Semih ile oynamak mantıklıydı. Ortasahadaki Ayhan tercihi de yanlış değildi. Beşiktaş'ın güçlü ortasahasına en azından aynı sayıda oyuncu ile karşılık vermek doğru hamleydi. Sabri'nin yokluğunda Eboue ve beklentilerin uzağındaki Riera yerine de Baytar doğru hamlelerdi.


Beşiktaş da doğru bir kadro ile çıktı sahaya. Ortasahada Veli yerine Necip olabilirdi ancak bu durumda ortasaha çok defansif kalacaktı. İdeal kadroda olması gereken Fernandes'in büyük bir suç işlediğini varsayarak kesik yediğini düşünüyorum. Aksi takdirde, kötü oynamayan bir adamın kesik yemesi anlamsız. Bu konuda ne hoca, ne futbolcu ne de yönetici konuşmuyor. İleri üçlü başlaması gerekendi. Quaresma varsa Holosko ile başlanmaz ama 2. dakikadan itibaren Holosko girsin dedirtir.


Maça iyi başlayan Galatasaray'dı. İlk 20 dakika birşeyler yapmak isteyen taraf sarı kırmızılılardı. Kadro kalitesi birşeyler yapmasını engelliyordu. İstemekle kalıyordu. Beşiktaş bulduğu ilk ciddi pozisyondan sonra gol atabileceğini ve kazanacağını düşünmeye başladı. İlk yarı sonuna kadar da baskılı oynadı. Bu baskıdan gol de çıkarabilirdi ama olmadı. Direkten dönen top, Simao'nun direğe çarpıp çıkan şutu maçın en ciddi pozisyonlarıydı. Almeida'ya şişirilen toplar ve Hugo karşısında savunmanın çaresizliği Beşiktaş'a gol getirebilirdi. Olmadı.

İkinci yarı da Beşiktaş iyi başladı. İlk yarının sonundaki baskı düşmüştü ama oyuna daha çok hükmeden taraf ev sahibi ekipti. Oyuncu değişiklikleri maçın seyrini değiştirdi. Galatasaray Ayhan'ı çıkarıp Sabri'yi alarak risk aldı. Ayhan ilerlemiş yaşının da etkisiyle zayıf kalmış ve oyundan düşmeye başlamıştı ancak mevkisinde oynatılmayan Sabri'nin ne kadar verimli olacağı soru işaretiydi. Hatta eski maçları düşününce soru işareti bile değildi. Sonrasında Sabri'nin sakatlanmasıyla oyuna alınan Riera ve Baros-Melo değişikliğiyle ortasaha tamamen düşmüştü. Oranın tek sahibi Selçuk kalmıştı. Beşiktaş'ta Necip'in sakatlığı siyah beyazlıların ortasaha düzenini bozdu. Necip sakatlanmamış olsa Aurelio ve Ernst ile birlikte ortasahayı kapatacak Beşiktaş çok daha etkili olabilirdi ancak Necip'in çıkması ve yerine mecburen Pektemek'in girmesi Beşiktaş'ı da ortasahada zayıflattı.


Maçın son bölümlerinde ortasahasız iki takım da gol atabilirdi. Beşiktaş'ın daha cömert davrandığı maçta iki takım da galibiyetle ayrılması sürpriz olmazdı.


Cüneyt Çakır eldeki en iyi 2-3 hakemimizden biri. Hatta uzun süreden beri Avrupa'da iş yapan hakemimiz. Dün oyunu çok durdurdu. Almeida'ya çıkardığı kart yanlıştı. Maçın sonlarında Beşiktaş lehine verdiği faulun, faulle uzaktan yakından alakası yoktu. Bunlar maç içinde olabilecek irili ufaklı hatalar. Ancak Almeida'nın golünü yemesi büyük hataydı. Skora etki etmedi diyemem.


Eboue olayı maçın önüne geçti. Bu olayı farklı bir başlıkta incelemek gerekir. Tek soruyla bunu bitirelim: Eboue yerine Engin Baytar olsaydı dün akşam, bu sabah ve şimdi bu konuyu konuşmuyor olacaktık. Peki neden?

19 Kasım 2011 Cumartesi

Suarez & Evra



Eto'o'nun Barcelona yıllarında başına çok sık geliyordu. Zaragoza maçında sahadan çıkmak istemişti. Getafe maçında da ırkçı tezahüratlarla karşı karşıya kalmıştı. Konunun tek muhattabı elbette kamerunlu değil. Tüm dünyada ne yazık ki ırkçı saldırılara maruz kalan bir çok futbolcu var. Hatta bir çok insan var.


UEFA ve FIFA bu işi sıkı denetliyor. İkisinin de öncelikli konularından biri. Bu konuda taviz vermemeye özen gösteriyorlar. Her ne kadar UEFA, geçtiğimiz yıl Sergio Busquets'in, Marcelo'ya söylediği ırkçı sözleri görmezden gelse ve cezasız bıraksa da...


Bu seferki olayla ilgilenen FA. Liverpool Man Utd maçı sonrası Evra, Suarez'in kendisine bir çok defa ırkçı sözler sarfettiğini iddia etmişti. Konu FA nezdinde incelendi ve Evra haklı bulundu. Liverpool yönetimi de Suarez'in savunmasını dinleyeceğini açıkladı. Suarez'e ceza gelecektir. Eğer suçu kesinleşirse -ki kesin görünüyor- hem Liverpool tarafından, hem de FA tarafından cezalandırılacaktır. Cezanın, sıradan olmaması tek temennim.


Diğer taraftan bir zamanlar Chelsea forması da terleten Gustavo Poyet anlamsız bir biçimde Suarez'i savunmuş. Vatandaşını savunurken, Evra için de bebek gibi ağlıyor tabiri kullanmış. İspanya'da 7 yıl top koşturdum ve bir çok defa ırkçı sözlerle karşılaştım ama Evra gibi ağlamadım demiş. Bu mudur savunman?


Suarez'in savunulacak tarafı yok. Hakettiği ceza verilmeli. Bu konuda UEFA, FIFA, FA ve diğer ülke federasyonları kağıt üzerindeki hassasiyetlerini olaylar karşısında da göstermeli.

18 Kasım 2011 Cuma

İnönü'den Guti Geçti




Kaç yılıydı, kaç yaşındaydım hatırlamıyorum. Sanırım ortaokula gidiyordum. Çoğu çocuk gibi top peşinde koşuyordum yine. O döneme dair hatırladığım, Deniz adındaki arkadaşın kaleye geçtiğinde Dimitriadis diye biri olduğu ve benim de Boban olduğumdu. Ta ki onu ilk kez izleyene kadar. Hafızam beni yanıltmıyorsa Real Madrid, AC Milan'ı hazırlık maçında 5-1 yeniyordu ve Guti 4 gol atıyordu. Özetlerini izlediğim ve beni büyüleyen bir maçtı. O gün sevdim Guti'yi...


Belki bugünkü imkanlarım olsa formasını da alırdım. İnternetten araştırır. Twitter'da takip ederdir. Ama bırakın bunları yapmayı, maçlarını dahi izleyemiyordum. Yapabildiğim tek şey CM'de onu takımıma kazandırmaktı. Bunu da hep yapıyordum zaten.



Guti benim için çok özel bir oyuncuydu. Kimseler bilmezken biliyor, ben keşfetmişim gibi yükselmesini istiyordum. Hem tanınmasını, bilinmesini istiyor; Hem de o yerelliğini kaybetmemesini istiyordum. Anlamsız saçma sapan bir benimsene işte.


Ve Guti'nin başarılı Real Madrid kariyeri. Çocukluğumdaki anlamsız Guti kıskançlığım haliyle geçmişti. Zaten onu artık herkes tanıyordu. Hele hele Benzema'ya yaptığı asist, bir dönem sitelerde sürekli gösteriliyordu. Bilmeyen bile, o pozisyonu görünce "Aaa bu o muymuş?" diyordu. Guti artık lokal değildi. Bir bakıma "The Damned United" dı benim için...


Real Madrid'deki son zamanlarında, o takımda bile farkını hissettiren bir oyuncuydu. Rakibi vura vura öldürmüyordu. Şah damarını kesiyordu. Fişini çekiyordu... Mou'nun gelişiyle onunla yollar ayrılacaktı. Adı Galatasaray'la geçtiğinde, Messi gelsin o gelmesin demiştim. Onu, sarı kırmızı forma ile görmek istemiyordum. Fotospor'un photoshop'una bile dayanamıyordum.


Ben Galatasaray'a gelmesin derken yolunun İnönü'den geçeceği aklıma bile gelmezdi. Aklıma gelmeyen başıma geldi. Guti, Beşiktaş'a geldi. Jose Maria Gutierrez, artık Kartal'ın 14 numarasıydı. Emre Atasoy'un tabiriyle topu okşayan adam artık Beşiktaş'ın beyniydi.


O öldürücü pasları burada da attı. Oyun zekasını burada da hissettirdi. "Yok artık!" diye tribünde heyecanlandırdı. Televizyon başında anlamsız duygulara sürükledi. İyi günleri olduğu gibi kötü günleri de oldu. Belki vermesi gerekeni veremedi. Beklentilerin altında kaldı. İkinci yılında oynamak istemedi ve oynamadı... Ama bunların hiçbiri umrumda değil. Ben iyi ya da kötü olduğunu yazmayacağım. Konu da bu değil benim için. Arada sırada da olsa oynayarak bu sezonu da tamamlasa ve sezon sonu jübile yapsaydı. Olmadı. Onun da gidişi sessiz oldu...


Guti Reyiz gitti... Giderken de, büyük futbolcu gibi gitti... Hoşçakal Guti Haz. 14 numaralı formanı saklayacağız...

Bu fotoğraftaki hatayı bulun!



Bu taksi şoförüne ne denir ki? Messi dururken git Mascherano ile fotoğraf çektir. Üstelik o fotoğrafı da, sen git Messi'ye çektir... Biz iyi niyetli düşünelim. Mascherano, taksi şoförü ile fotoğraf çektirmek istemiş. Arkadaşı Messi'den rica etmiş diyelim. Böylesi daha mantıklı...

13 Kasım 2011 Pazar

Çılgın Türkler!



Milli takımın turnuvalara katılma konusundaki istikrarsızlığı devam edecek gibi. Üstelik bu kez katılamama konusunda istikrar sağlamış görünüyoruz. 2008'deki başarının ardından 2010'a katılamayan ve yola yeni bir hoca ile devam eden bir takım ve şimdi de yeni hocasıyla 2012'yi kaçırmak üzere olan aynı takım.


"Hocam biz şurada yanlış yapıyoruz'" diyemiyoruz. Çünkü çok yerde yanlış var. Federasyonda hata var, hocada hata var, futbolcularda hata var, taraftar da hata var ve muhtemelen bizde de hata var.


Hepsine tek tek değinmek gerekecek. Bugünkü federasyon başkanını yargılamak ve hakkında bir fikre sahip olmak için milli takıma bakmasak da olur. Aldığı 10 karardan 9'u hatalı ve çarpık. Hala devam eden ve hatalı yönetilen bir sürü süreç var. Oralara girip konuyu dağıtmak istemiyorum. Guus Hiddink tercihi konusunda bu federasyonu değil bir önceki federasyonu muhattap almak gerekir. Bugün kimse Hiddink iyi hoca değil diyemez. Hollandalı çalıştırıcı dünyada hocalığı tartışılmayacak 3-4 hoca varsa, onlardan biridir. Ancak geldiği süreçte yanlışlıklar var. Bu milli takım Hiddink'i beklediği için aylarca hocasız bekledi. Hiddink ile önceden görüşülüp planlama yapıldı mı bilmiyorum ama bugünkü izlenim yapılmadığı yönünde. Hiddink takımın başına geldikten kısa bir süre sonra eleme maçları başladı ve Hollandalının takımı tanıması ve analiz etmesi için yeterli süresi yoktu. Diğer taraftan Hiddink'in, Türk milli takımına gelmeden önce yaptığı açıklamalar hep 2010'da emekli olacağı yönündeydi. En azından böyle bir niyetinin olduğunu hissettiriyordu. Peki kafasında emeklilik olan biri için aylarca beklemeye değer miydi?


Diğer taraftan Hiddink'in de bugünlere gelmemizde büyük yanlışları var. Ben Hiddink'e büyük saygı duyuyorum. Onun futbola dair herhangi bir şeyini sorgulamış değilim. Başarılarını tartışılmaz. Kore ve Rusya'da yaptıkları küçümsenemez. Milli takım için akla gelebilecek en iyi hocalardan biri. Biz Hiddink'e bu kadar saygı duyarken, onun da bize, milli takımımıza saygı duyması gerekirdi. En azından statlarda daha çok görmek, İstanbul'da yaşadığını bilmek isterdik.


"Bizim milli takımımız, bizim futbolcularımız, bizim insanımız duygusaldır." Bunu biliyoruz. Bunu Hiddink de biliyor. Bırakın Hiddink'i, Biliç bile biliyor. Peki bir ömür bunun arkasına mı gizleneceğiz. Bu mudur savunmamız? Başarıyı getirecek hocalar Terim, Güneş, Denizli mi olacak sadece. Motivasyonla mı ilerleyeceğiz hep? Başarıyı onunla yakalamaya mı çalışacağız sürekli?

Bunun arkasına sığınılmamalı. Milyonlar kazanan bu adamlar profesyonel olmak zorunda. Duyguları bir kenara bırakmadığımız takdirde asla iyi bir milli takımımız olmayacak. En başarılı dönemlerimiz bile "Avrupa takımıyla eşleşmedik", "gazla oynuyoruz" soru işaretleriyle alınır. Saman alevi gibi parlar söneriz. İstikrardan, sistemden bahsedemeyiz. Rijkaard, Schuster, Hiddink gibi adamların arkasından sallarız. Gelen futbolcuyu kendimize benzetiriz, giden oyuncumuz "bana pas vermediler" diye ağlayarak döner.


Duygusal takım başarılı olamaz demiyorum ama profesyonel takım istikrarlı olur. Yarın istikrardan bahsetmek istiyorsak, oyuncularımız duygularıyla değil mantığıyla hareket etmek zorundalar.


Bir başka nokta: Biz sihirli değnek istiyoruz. "Abi Kore'yi, Rusya'yı nasıl değiştirdi, bizi de değiştirsin." Olmayabilir. Bu zaman alır. Üstelik bizim gibi sistemsiz takımlarda daha da zordur. 2 yılda olmaz. Çok zaman gerekir. Kalıplaşmış şeylerin kırılması gerekir. Bu kolay değildir. Zordur. Bizde daha da zordur.


Gelelim taraftara. Bizim ülkemizde milli takım seyircisi yok. Anneler tutar milli takımı. Milli maçlara takım formalarıyla gidilir. Yanlış mıdır? Değildir. Ama sahadaki adamı kulüp takımını gözeterek ıslıklamak ya da alkışlamak yanlıştır. Volkan, Fenerbahçe'nin kalecisidir. Kötü oynadığı için ıslıklanabilir. Bu taraftarın hakkıdır. Ama Fenerbahçe'nin kalecisi diye ıslıklanamaz. Arda için de geçerli bu, Emre için de, Egemen için de...


Bugünlerde medyanın da büyük hatası var. En büyük hatamız rakibimizi küçümsemek. Ne yazık ki televizyonda gördüğümüz, gazetelerde yazılarını okuduğumuz kişilerin, arkadaşlarımızın ve büyüklerimizin büyük çoğunluğu Avrupa futbolundan çok uzak. Avrupa futbolunu takip etmiyorlar. Bilmiyorlar. Doumbia'yı ilk kez Trabzon'a karşı izlediler. Corluka'yı bize gol attığında tanıdılar. Milevskyi'yi, Hulk'u Beşiktaş maçlarıyla tanıdılar. "Bu Hulk iyi futbolcuymuş, Corluka sol bek, Doumbia Beşiktaş'a geliyor" dediler. Hırvatistan maçı öncesi "Hırvatistan'ı küçümsemiyoruz." dediler. Kimi kimden küçümsediniz? Kadrosu da, harmonisi de bizden daha iyi bir takımdı ve favori onlardı. Ama biz küçümsedik. Sonrası: Hayal kırıklığı.


Yarın Türkiye gider 4-0 alır maçı ve bu yazıyı ağzıma sokar "şu çılgın Türkler"!. Manşetler değişir. Kapı önündeki Hiddink kral olur. Sahadaki 11, altın çocuk olur. "Bekle bizi Avrupa" deriz. "Osmanlı'nın torunları!" gelir. Yine mutlu mesut oluruz. Peki ya sonra?

9 Kasım 2011 Çarşamba

Hırvatistan

2012 Avrupa Şampiyonası'na katılabilmek için geçmemiz gereken engel: Hırvatistan. Söz konusu eski Yugoslavya ülkesi olunca 50 yıl öncesine kadar gidemiyoruz. 1990'dan beri Hırvatistan adıyla futbol sahnesindeler. Bu onları ekol olarak görmeyeceğimiz manasına gelmeyecek tabi ki. Hırvatlar, futbol dünyası için bir ekoldür ve hiç de küçümsenmemesi gereken bir ekoldür.



93 yılında UEFA ve FIFA üyeliğini aldıktan 5 yıl sonra Dünya Kupası finallerinde mücadele etme başarısı gösterdiler. Bu kadar kısa sürede, böylesine bir başarı göstermiş olmaları bile Hırvatların genlerinde futbol olduğunu ispatlamaktadır.



98 Dünya Kupası ve Hırvatistan'ın bende ayrı bir yeri vardır. Nedenini hala bilmemekle birlikte o dönemde Hırvatların sürpriz yapacağını düşünmüştüm. Mantıkla açıklanabilir tek nedenim dahi yoktu. O yüzden bir saptama olarak kabul etmiyorum. Tamamen sallamaydı, tuttu. Tabi, turnuva başında böyle bir şey söyleyince tüm turnuva boyunca dikkatle takip etmiş oldum. Kısa zamanda harika bir jenerasyon çıkaran Hırvatlar turnuvaya Stimac, Asanovic, Prosinecki, Boban, Jarni, Simic, Stimac, Suker, Tudor ve Vloavic gibi yıldızlarla gidiyordu. Öyle ki takımın en büyük yıldızı Suker turnuvayı gol kralı olarak tamamlayacaktı. Blazevic'in talebeleri Arjantin ile birlikte gruptan çıkacak ve sonrasında sırasıyla Romanya ve Almanya'yı eleyecekti. Yarı finalde rakipleri olan Fransa, finalde Brezilya'yı geçerek kupaya uzanacaktı. Hırvatlar ise 3. maçında Hollanda ile karşılaşacak ve 2-1'lik galibiyetle müthiş bir başarıya imza atacaktı. Hırvatların bu hızlı yükseliği dikkat çekmiş ve "Yılın en çok gelişme gösteren takımı" ünvanına biri 94 biri 98'de olmak üzere iki kez layık görülmüştü. beri verilen bu ödüle iki kez layık görülen tek takım Hırvatistan'dır.




Aslında bu bahsettiğimiz "Altın Jenerasyon" un ilk turnuvası Fransa 98 değildi. Bizim Alpay & Vloavic ile hatırlayacağımız İngiltere 96'da sinyal vermeye başlamışlardı. Portekiz, Türkiye ve Danimarka'nın bulunduğu gruptan 2 galibiyetle çıkmışlar ancak çeyrek finalde kupayı kazanacak olan Almanlara boyun eğmişlerdi. Suker, Vloavic, Boban, Jarni, Asanovic, Bilic, Stanic, Prosinecki gibi isimler bu turnuvayla birlikte piyasaya çıkmışlardı.

96'da piyasaya çıkan 98'de zirve yapan Altın jenerasyon, 2000 yılını boş geçtikten sonra, 2002 Dünya Kupası elemelerinde namağlup olarak kupaya katıldı. Elemelerdeki performansının aksine gruplara Meksika mağlubiyeti ile başladı. Sonrasında İtalya karşısında alınan 2-1'lik galibiyet acaba mı dedirtti ancak Ekvator maçında alınan mağlubiyet tüm soru işaretlerini silmeye yetti. Hırvatlar yine üzülüyordu.




Euro 2004 öncesi bu jenerasyon bitiyor ve yeni oyuncular kadroda yer bulmaya başlıyordu. Simunic, Kovac, Olic, Prso, Srna, Rapaic gibi isimler Hırvatların yeni yüzü olmuştu. Ancak her zaman olduğu gibi o Altın jenerasyonun gölgesinde kalmıştı.



2006 yılından sonra Hırvatistan Futbol Federasyonu yeni bir yapılanmaya giderek takımın başına Slaven Biliç'i getirdi. Önceki hoca Niko Kranjcar'ın babası Zlatko Kranjcar ile yolar ayrılmıştı. Bilic, aday kadroya genç oyuncuları davet ediyordu. Hırvatlar için yeni bir jenerasyon doğuyordu. 2008 elemelerinde grubu zirvede bitiren Hırvatlar, Avrupa Şampiyonası'na doğrudan katılıyordu. Artık Suker, Prosinecki, Stimac yoktu belki ama Corluka, Srna, Modric, Kranjcar, Olic, Eduardo, Rakitic, Petric gibi yetenekler sahadaydı. İngiltere düşmanlığı kazanmasının dışında çok başarılı bir eleme grubu performansı çıkarmışlardı. Bilic'in talebeleri 2008 Avrupa Şampiyonası'na da iyi başladılar. Almanya'nın da olduğu B grubunu 1. sırada tamamladılar ancak şanssızlıkları, bizim şansımızdı. Bu maçın hikayesini anlatmaya gerek yok...


Hırvatlar, bizim gibi 2010 Dünya Kupası finallerine katılamamıştı. Belki de 2008 elemelerinde kazandıkları İngiltere düşmanlığı onlara pahalıya patlamıştı. Capello'nun talebeleri, "intikam" maçlarından 4-1 ve 5-1 ile ayrılmıştı. Hırvatlar grubu İngiltere ve Ukrayna'nın ardından 3. sırada tamamladı ve finalleri evden izlemek zorunda kaldı.



2012 Avrupa Şampiyonası elemelerinde bizim kadar şanssız bir grup çekmedi. 1. torbadan Yunanistan'ı çektiler, diğer rakipleri ise İsrail, Letonya, Malta ve Gürcistan'dı. Görece basit bir gruptan Yunanistan'ın arkasında 2. olarak ayrıldı ve bizim gibi play-off'lara katıldı.



Takımın bugüne gelişi bu şekilde. Peki şimdi ne durumdalar? Biliç'in kadrosu nasıl? Neresi güçlü? Neresi zayıf? Hırvatlar tarihin her döneminde iyi kaleci çıkarmayı başarmıştır. Eski Yugoslav ülkelerinin iyi kaleci çıkardığı aşikar. Hırvatlar da bu ülkelerin tipik bir örneğidir. Uzun yıllardır milli takımda olan Pletikosa güven veren bir kaleci. Savunmada Corluka, Simunic dışında çok iyi diyebileceğimiz bir oyuncu yok. Zagreb'li Vrsoljko gelecek vaad eden bir oyuncu ama bugün için bir tehdit değil.



Zayıf savunmanın önünde çok güçlü bir ortasaha var. Hücumcu sağ bekte de oynayabilen kaptan Srna etkili isimlerden biri. Bir diğeri EPL tecrübeli Modriç. Luka için takımın en iyisi demek de yanlış olmaz. Munihli Pranjiç, Sevilla'lı Rakitiç ortasahanın diğer iyi isimleri. Bunların dışında Kranjcar, Badelj, Leko, Vukojeviç, Perisiç gibi iyi isimler de ortasahada görev alıyor.


Forvet hattı da orta saha gibi zengin. Eduardo gibi yetenekli ve arkası dönük iyi iş yapabilen bir oyuncu ve yanında Oliç gibi tam bir golcü var. Mandzukiç, Jelaviç, Kaliniç, Petriç, Klasniç de kadrodaki iyi forvetler.



Genel takım yapısı bizimkine benziyor aslında. Bizim gibi zayıf bir savunma ve savunmaya göre daha güçlü bir ortasaha ve forvet. Oyuncu kaliteleri bizim üzerimizde. Bu bağlamda "küçümsemiyoruz" açıklaması komik. Bizim en büyük handikapımız gol yollarında çektiğimiz sıkıntı ve güven vermeyen zayıf savunmamız. Diğer taraftar psikolojik bir üstünlüğümüz var. 2008'deki maçı hala unutmadıkları ve skor 2-0 olsa bile Hırvat oyuncuların içinde bir "acaba?" olacağı kesin.


Son olarak tarafsız bir gözle 2012'de kimi izlemek istediğimi düşüneyim. Ben Modric, Pranjiç, Eduardo, Oliç ve Rakitiç'i izlemeyi tercih ederim ama diğer taraftan ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir Türkiye de olsun isterim. Damalı formalı bir Türkiye benim için optimum nokta olurdu.

3 Kasım 2011 Perşembe

Beşiktaş 1 - 0 Dinamo Kiev

Rıdvan Dilmen'in tabiriyle "maç öncesi 1 puan deseler, yok demezdim" açıkçası. Geçen sene hem içeride, hem dışarıda oynadığımız, bu sezon Kiev'de oynadığımız maçları düşününce kabullendiğim 1 puan azımsanacak kadar az değildi.


Ancak maç başladığında fikrim bir miktar değişti. Beşiktaş, iyi Avrupa maçlarından birini oynayacak gibiydi. En azından sinyaller bu yöndeydi. Beni en çok üzecek olan şey pis gol olurdu. Böyle maçlar çoktur. 90 dakika top göstermezsin ama kornerden yediğin bir golle yıkılırsın. Bu maçın, o maçlardan biri olmamasını istiyordum.


Bu takım Hilbert ve Ernst ile güzel. İsimlerden ziyade bu futbolcuların oyun anlayışına uygun takım ön plana çıkıyor. Ortasahada çok sevdiğim Fernandes'in yerine mücadele gücü daha yüksek Veli'nin oynatılması bu maç özelinde doğru. Türkiye ligi için de doğru. Ortasahanın mücadeleci ve sağlam oyunculardan kurulması, büyük avantaj sağlıyor ve Beşiktaş bir kaç haftadır bunun kaymağını yiyor.


Diğer taraftan Hilbert'in oynaması oldukça kritik. Beşiktaş'ın duran top dışında gol atmakta zorlanmasına şaşıran yoktur diye düşünüyorum. Takımda Quaresma, Simao ya da Almeida'nın oluşu yanıltmasın. Bunlardan üçer beşer tane daha olsa, bu kurgu ile gol gelmez. Quaresma kanattan geliyor, ceza sahasında Almeida'dan başka bir Allah'ın kulu yok. Simao diğer kanattan geliyor, ama yine içeride sadece Hugo var. Veli geliyor, Ernst geliyor, Aurelio geliyor... Ama gol gelmiyor. Çünkü Almeida çok yalnız. Hilbert'in oynaması hücumu zenginleştirmesi açısından mühim. Hilbert'in oynadığı maçlarda Quaresma ceza sahasına topsuz girme fırsatı bulabiliyor. Özellikle sıfıra indiğinde, onunla birlikte bir kaç oyuncu daha ceza sahasına giriyor ve verimli bir hücum organizasyonu olabiliyor. Ayrıca atağın tazelenmesinde de önemli rol oynuyor. Herşey bir kenara bu adamın herhangi bir yönü Ekrem'den zayıf değil.


Beşiktaş bu maç neden iyiydi? Neyi doğru yaptı? Neyi yine yapamadı? Aslında sorunun cevabı basit. Beşiktaş herşeyden önce daha hevesliydi. Quaresma bugün iyiydi, çünkü savaştı. Çünkü ayağının içini topuğundan çok kullandı. Çünkü freesytler yeleğini yedek kulübesinde bırakmıştı. Arada giydi çıkardı ama o olması gerekendi zaten. Takımın kazancı ile kişisel tatminkarlığını dengelediğinde Beşiktaş için çok daha verimli bir oyuncu olacaktır.

Egemen "The Agamemnon" yine harikaydı. Şu anda Türkiye'nin en iyi savunmacısı. Beşiktaş'ın ihtiyacı olan oyuncu demek Egemen için yavan bir tabir kalır. O, Türkiye'de her takımın ihtiyacı olan bir oyuncu. Savunmadaki kusursuz gününü, anlamlı bir golle güzelleştirdi.


Savunmada çok az hata yapıldı. Milevskyi gibi fırsatçı bir oyuncuya, fırsat verilmemiş olması bunun en güzel örneği. Savunmanın diğer yüzü Cenk de iyi iş çıkardı. Özellikle son dakikalardaki o inanılmaz, hatırlamak dahi istemediğim anlarda oldukça başarılıydı.


Dinamo Kiev'in en gerisindeki adamın en ilerde olduğu ve gol aradığı pozisyona ayrı bir paragraf ayırmak gerekir. O pozisyon gol olsaydı ve ben bu yazıyı maç bitmek üzereyken tamamlamış olsaydım, yazıyı silerdim. Hatta silmekle uğraşmaz, direkt bilgisayarı kapatırdım. O an, yüzüme gelen anlamsız sıcaklığı hala hissediyorum. Rus köylü kızları gibi al yanaklı biriyim şu anda.


Futbol heyecandır ama bu kadarına gerçekten gerek yok.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Yok artık



Nasıl bir giriş yapacağımı bilemedim açıkçası. Son zamanlarda futbol adına duyduğum, gördüğüm en enteresan olaylardan biri. Başrolde Ukrayna'nın Bünyamin Gezer şubesi ve Samuel Inkoom var.


Dnipro - Karpaty maçı. Oyuncu değişikliği. 4. Hakem Inkoom'un numarasını kaldırıyor. Ganalı oyunu terkederken formasını sahada çıkarıyor. Hakem koşarak geliyor ve basıyor 2. sarıdan kırmızıyı. Oyuncu değişikliği güme gidiyor tabi.


Abartmaya gerek yok diyorum.

Çift forma ısıtır



Sezonu hatırlamıyorum ama pek de iyi hatırlanacak bir sezon olmadığını anımsıyorum. Beşiktaş Denizlispor karşısında. Kalede Fevzi. Yıllarca Mrmiç'in arkasında beklemiş ve beklentinin büyük olduğu insan. Mrmiç sonrası kaleyi devralıyor ama işler beklendiği gibi gitmiyor. İnanılmaz goller yiyor Fevzi. İlk yarıyı Denizlispor 2-1 önde tamamlıyor. İkinci yarıda İlhan Mansız attığı gol sonrası, formasını kaldırıyor ve içinde Fevzi forması. Tek kelimeyle: Muhteşem... O hareketten sonra skorun hiçbir önemi yok bence. Kazanan ya da kaybeden. Ortada bir takım var...


Dün yaşananlar beni bu olaya götürdü. Cassano ciddi sağlık problemleri yaşıyor. BATE karşısında Zlatan'ın golünden sonra, Boateng formasını kaldırıyor ve altta Cassano forması. Enfes bir olay daha. Klişeleşmiş "yeşil sahalarda görmek istediğimiz hareketler" var ya. İşte onlar bunlar...

1 Kasım 2011 Salı

3. Ernst transferi

2008 - 2009 sezonu Beşiktaş'ı lig ortasında devralan Mustafa Denizli'yi şampiyonluğa götüren devre arası transferleriydi. Öyle ki klişe haline gelmiş, "devre arasında alınan oyuncudan hayır gelmez, sıkıntılı ya da formsuz oyuncu bulunur ancak" sözüne antitez olarak sunulan örnek Beşiktaş'ın bu sezonudur. Denizli'nin Fabian'ı ve Yusuf'u Beşiktaş'a şampiyonluk getirmişti. Devre arasında gelen Ernst her geçen hafta daha fazla ağırlığını koymuş ve Beşiktaş için çok önemli bir isim haline gelmişti.


Şimdi bir başka hikayeye geçiyoruz: 2010 - 2011 sezonu. Yıldırım Demirören bu sefer de Florentino Perez'liğe soyunmuş ve Beşiktaş'ın Galacticos'unu kurmuştu. Quaresma'lıi Guti'li kadrosunun başına "Sarı Melek" Schuster gelmişti. Schuster'in kadrosu iyiydi, hoştu ama Ernst geri plandaydı. Quaresma, Guti varken tabi geri planda kalır. Elbette ama kastettiğim şey bu değil. Beşiktaş'ın oyun planı Ernst'in üzerine kurulu değildi. Kurulu olmadığı gibi, Ernst'in kişiliğini yansıtabileceği bir oyun planı değildi. Ernst, Ernst gibi oynayamıyordu. Çünkü Schuster'in kafasındaki kadroda Ernst gibi biri yoktu. Onun Ernst'i Fernandes'di. Schuster, ayrılıp Tayfur Hoca ile devam edildiğinde Ernst, olduğu yere geçti. Belki Denizli dönemindeki kadar verimli bir yerde oynamıyordu ama yakına daha doğru bir yerdeydi artık. Beşiktaş da, "bu lig için" daha doğru futbol oynuyordu.


Sezon 2011-2012. Carvalhal'in kadrosunda uzun süre şans bulamayan isim yine Ernst. Beşiktaş'ın oyun planına şekil veren yine Quaresma ve çetesi. Schuster dönemindeki kadar bariz olmasa da yine bu ligin karakterine uygun futbol oynanmıyor. Ya da oynanmıyordu. Ta ki Carvalhal'in Ernst'e dönmesine dek. Ernst, 3. kez bu takıma transfer oluyor ve 3. kez takım sahada daha dinç, daha istekli görünüyor. Çünkü Ernst'in söylediği gibi "Beşiktaş mücadeledir."


Bu ligde şampiyon olmak isteyen takımın yıldızdan çok mücadele edebilen kaliteli oyuncuya ihtiyacı var. Bu kadro kalitesiyle, sonuna kadar mücadele etse bile Sivasspor'un şampiyonluk şansı yok. Mücadele herşey demek değil ama çok şey demek.


Şampiyon olmak isteyenin Ernst'e, Felipe Melo'ya, Emre'ye, Zokora'ya ihtiyacı var. Doğru transferler bunlardır. Şampiyonluğu getirecek olan oyuncu tipleri bunlardır.