Dubrovnik biraz enteresan bir yerde. Sahil boyunca uzanan Hırvatistan bitiyor. Bosna Hersek başlıyor ve sonrasında Hırvatistan'a bağlı Dubrovnik. Boşnaklar arada bir masalık deniz kenarı kapmışlar. Karayoluyla Dubrovnik'e giderken iki kez pasaport kontrolünden geçiyorsunuz. Biri Bosna'ya girerken, diğeri Hırvatistan...
Otobüs yolculuğu biraz enteresandı. Yanızımda İngiliz bir grup vardı. Gençler rahattı.4-5 kişilik bir ekiple gelmişler, takılıyorlar. Öğrenci olmaları kuvvetli muhtemel. Günlerdir rahat uyku uyumadıkları daha da kuvvetli muhtemel. Pasaporta bakmak için otobüse giren görevli çocuğu uyandırmak için hırpalamak zorunda kaldı. Kapanmış, açılmıyor o gözler...
Dubrovnik'e girerken enteresan bir köprünün üzerinden geçtik ve ilk büyülenme orada gerçekleşti. Manzara harikaydı. Sonrasında otogara ulaştık. Otobüsten indiğimde bana "Hi" diyen adam, arkadaşa "Arkadaş" diye seslendi. Zaten bol bol Türk ile karşılaşacağımızı söylemişlerdi, birilerinin Türkçe biliyor oluşu çok fazla şaşırtmadı bizi.
Otobüs beklerken ömrünün bir kısımını Trabzon'da geçirmiş bir Hırvat amca da bize apartını önerdi ancak biz yerimizi önceden ayırt ettirmiştik. Nerede kaldığımızı sordu. Söyledik... Muhtemelen popüler bir mekandı ki tanıdı ve o adam Türkleri, müslümanları sevmez dedi. Kendi apartında kalalım diye dediği kesindi ama yine de kıllanmadık değil...
Hani bir kere kıllandık ya adamım hareketleri gözümüze batmaya başladı. Aslında bizi oldukça da kibar karşıladı. Ne içersiniz diye sordu? Suyu içecekten saymayan, ikramı bol, elit bir adamdı. Gözlerinizi kapatın ya da kapatmayın... Eski asker, zengin, emelilik yıllarını yaşayan, geçmişinde her deliğe girip çıkmış, eli yüzü düzgün, parasına bakan, Husmenyev İngilizcesi konuşan bir amca işte...
Akşam Oldcity'e gittik ve büyülendik. İncik cincik her karışına ayrı hayran kaldık. Bizim surların dibinde domates, marul yetiştirilsin, at otlatılsın, adamlar korumuş, modernize etmiş ve turizmin hizmetina sunmuş. Restorasyonu da çok iyi yapmışlar. Eski gelenekleri de hala yaşatıyorlar.
Dört bir yanımızda Türk olduğu için bir çıt sessiz kaldık. Yurtdışında Türk muhabbetinden müthiş rahatsız olurum. Bu yüzden pek denk gelmemeye, konuşmamaya çalışırım. Çok şükür kimseciklere yakalanmadım.
Ertesi gün kahvaltımızı Oldcity'de yaptık. Bahşiş çakallığına maruz kaldık. Önce bilgi verelim. 1 € = 7 Kuna. Yaklaşık fiyat bu. Kahvaltı ücretinin üstü olarak 48 Kuna gelmesi gerekiyordu. Yaban çakalı garson 4 € + 20 Kuna getirdi. Benim arkadaş da o an sağlıklı düşünemedi ve 20 Kuna'yı aldı. 4€ yani 28 Kuna garsonda kaldı. Sonuna kadar haketti mi? Evet... Bu çakallığın karşılığını almak onun hakkıydı.
Sonra bir iki müze gezdik, arkadaş magnet piyasasına bakarak şehrin ekonomik durumu hakkında saptamalar yaptı. Akşam için Opera ve Portekiz-İspanya maçı arasında seçim yapma sürecine girdik... O sıralar Tribün Dergi için Portekiz yazıyorum ve bu beni maça bir adım yaklaştırdı. Bizim arkadaşların sanatla arası çok iyi olduğundan (!) bir adım daha yaklaştım maça. Zaten toplam iki adım ötemdeydi, yaklaşmışken kaçamadım... Vara vara gibi maçı tercih ettik işte. İçimde kalmadı değil, o canım opera...
Maçı Portekiz kazansa o gece bambaşka geçebilirdi ama İspanya kazanınca benim moral biraz bozuldu. Dubrovnik'in 3. günü biraz denizin tadını alalım dedik. Öyle tembellikle geçirdik günü. O gece ben Zagreb'e doğru yola çıktım. Uzun vadede istikamet Stuttgart'tı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder