THY’nin bagajımı İstanbul’da unutmasını ve söz verdiği
günden 1 gün sonra göndermesini bir kenara bırakırsak Fransa’nın ilk günü güzel
başladı. Eylül sonu olmasına rağmen hava güzeldi. Ulaşım kolaydı ve her şey
tatil için elverişliydi.
Place Massena’ya giden yol İstiklal Caddesi’nin az kalabalık
olanıydı. Hoş, hemen hemen her şehir hikâyesinde İstiklal Caddesi’ne benzetilen
bir yer olur. O olmazsa olmazdır. Ben de bu fırsatı boş geçmeyeyim.
Place Massena öyle aman aman bir meydan değil. Daha doğrusu,
çok şehirde görebileceğimiz, sıradan bir günde bir anlamı olmayan bir meydan.
Muhtemelen özel günlerde çok daha alımlı ve şaşaalıdır. Benim açımdan en güzel
yanı meydanı çevreleyen binalar ve pencerelerdeki çiçeklerdi.
Çiçek demişken Nice’in çiçek pazarlarına da değinmemek
olmaz. Rengârenk çiçeklerin süslediği pazardan çiçek olmasa da, tohum almamak
olmaz. Olmaz dedim ama ben almadım mesela. Sonra alırım dedim, sonra da
unuttum. Çiçek her yerde çiçek nasıl olsa diye de kendimi avuttum.
Pazarın önünden geçtikten sonra yine bir meydana çıkılıyor.
Ben gördüğüm geniş yeri meydan diye nitelendirdim ama aslında meydan değil.
Geniş bir alan diyelim. Orada Afrika kökenli kardeşlerimiz gönüllerince
eğleniyorlardı. Zaten kapı gıcırtısı olsun onlara hemen dans etmeye, ritim
tutmaya başlarlar. Çoğunun üstünde yerel kıyafetleri vardı ama belli ki günlük
kıyafetin üstüne, şov olun diye giymişlerdi. O beyaz eteğin altında bildiğin
kumaş pantolon, kösele ayakkabı vardı.
Kardeş türkülerini dinledikten sonra sahile indik. Promenade
des Anglais sahil yolu muazzam bir yer. Plajın ucu bucağı görünmüyor. Hatta
görebilmek için şatoya çıktık. Evet, biz de çıkarken “vay anasını, şatoya
çıkıyoruz” dedik ama hiç de öyle filmlerdeki gibi şato falan değil, bildiğin
park alanı. Göçmen kardeşlerin fazlalığı oluşturduğu park alanında annemi
gördüm. Bir sürü annemin aynısı kadın vardı orada. Tek farkla, saklama
kabındaki kısır değildi.
Parkta ne Pogba’lar, ne Kondogbia’lar yetişiyor. Ergen
dersin ama çocuğun boyu maşallah 1.80, fizik desen fit. Saç modeli yaşını ele
veriyor tabi. Kenarları 3’e vurulmuş, jilet atılmış, üst taraf horoz ibibiği.
Hepsi öyle olduğu için birbirlerini hiç yadırgamıyorlar.
Şehirde dikkatimi çeken bir başka şey de kaktüsler. Bir ömür
görmediğim kaktüsü orada gördüm. Daha 10 yıl kaktüs görmesem, bana mısın demem.
Kaktüs suyu sevmez diyenin ağzına somuncu küreğiyle vururum artık. Yıllarca
bizi yemişler. Nem değeri %99, suyun dibi kaktüs coşmuş. Hatta o kadar büyük
kaktüsler vardı ki, “ bilmem kim was here” mealinde onlarca yazı vardı üstünde.
Neyse kaktüse karşı bir düşmanlığım yok. Hareketsiz canlıdan
çekinmem. Ona bulaşmadıkça, o da sana bulaşmaz nasıl olsa. Ben şehre döneyim.
Şehrin en güzel yanlarından biri de dükkânların tabelaları. Bizdeki gibi Pepsi’nin,
içi florasanlı plastik tabelasına “Keklikçi Gıda” yazmamış adam. Kendi fontunu,
kendi yazı stilini bulmuş karizmasıyla yürümüş. En tırt dükkân bile adam olmuş
böylece.
Ve antin kuntin adamın seveceği pazar yeri. Pazar deyince
hemen aklınıza meyve sebze geldiyse Türk’sünüz. Pazar demeyelim de kitapçı
diyelim o zaman, devletine vergisini de ödüyorsa sahaf diyelim. Palais de
Justice önündeki alanda yaklaşık 1 saat geçirmişizdir. Dön dolaş bir daha gez.
Eski kitap bakmak kadar zevkli bir şey yoktur herhalde. Popüler bir kitap bulsam
alacaktım ama bulamadım. Hatıra olsun diye de bilmediğim kitap almadım. Bir de
ağırlık anlamında yük tabi. Yük alıyorsan, değecek bir şey alacaksın. Kitap
değil ama resim ya da fotoğraf alacaktım ancak tam istediğim gibi bir şey
bulamadım. Bu iyiymiş dediklerim de hep çok pahalıydı. En azından beğendiğim
şeyin değerli olması, bu konuda zevkli olduğumu gösterir diyerek konuyu
değiştiriyorum.
Turistik amaçlı bir yazı olduğu için gecelerine çok fazla
yer vermeyeceğim. Ancak Nice özelinde konuşacak olursak, öyle aman aman bir
gece hayatı yok. Hatta çoğu yer 12 olmadan kapanıyor. “Baba sen bulamamışsındır”
derseniz hak veririm. Nice’in gece hayatını çok araştırmadan gittim, orada da
çok fazla kasmadım.
Nice’in birinci günü böyleydi. İkinci gün modern sanatlara
doydum. Bir de futbola. Onu da ikinci yazıya saklayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder