Uzun süre öne Viyana yazısını Haus der Musik'de bırakmışım. Çoğu güzelim detayı unuttum tabi. Hatırladıklarımı yazacağım artık. Kronolojiye de fotoğraf albümüme bakarak karar vereceğim.
Haus der Musik gittiğim en iyi 2-3 müzeden biridir. Bu 2-3 yerden biri de Vatikan'dır mesela. Referansı oradan çekebilirsiniz. Müzenin konsepti muazzam olmuş. Yanılmıyorsam 4 katlı bir yer. Saat 5'ten sonra bedava. Cimrilik etmeyip tip kutusuna 2-3 Euro atarsanız teşekkür ederler. Atmazsanız, muhtemelen arkanızdan konuşurlar en fazla. Bu da sizi çok etkilemez doğrusu.
Girişte ünlü müzisyenlerin resimleri var. Modern sanatın içine almışlar ünlü bestecileri. Pek hoşlanmam normalde ama çok da rahatsız olmadım. İlk katta Otto Nicolai'ye adanmış bir oda var. Nicolai, Viyana Filarmoni'nin kurucusu olması sebebiyle el üstünde tutulmuş. Kat aralarında müzisyen resimlerine devam edilmiş.
Müzede genel olarak ses tanıtılıyor. Üniversitede titreşim akustik okuduysanız tam size göre bir yer. Okumadıysanız ama hakkında bir şeyler duyduysanız, bunu anlamlandırmanız için büyük fırsat. Titreşim akustik ne lan? diyorsanız, az biraz okuyun da öğrenin bir zahmet.
Sesin suda ve havada hareketini anlatan düzenekler var. Bunun yanı sıra farklı enstrümanlardan sesin nasıl çıktığı ve oluştuğu anlatılıyor. Enstrümanları tanımak için de büyük fırsat. Müzede gezdiğim bölümlerde çoğu zaman yalnızdım. Yalnızlık ve karanlık birleşince, bir de acayip sesler çıkınca insan biraz korkmuyor değil. Buradan onun da itirafını yapayım.
Bir üst katta Mozart'ın odası var. Resimler, enstrümanlar ve kısa bir Mozart hikayesi. Mozart'ın karşısına oturup onun müziklerini dinleyebilirsiniz. Ya da basit de olsa kendi müziğinizi yapabilirsiniz.
Sonrasında Beethoven. Benzer bir konsept de onun için hazırlanmış. Sıra sıra odalar ve benzer konseptler var. Beethoven sonrası Schubert, Strauss, Mahler ve Schönberg var. Ben Strauss II'yi çok sevdiğimden ona ayrı bir yer ayırdım. Orada biraz zaman harcadım doğrusu.
Müze size bir maestro olma fırsatı da sunuyor, müziği, sesi ve ritmi tanıma fırsatı da. Bu açıdan muazzam hoşuma gitti. Genelde interaktif şeyleri sevmem ama bunu sevdim. Müze çıkışında da elbette shop karşılıyor sizi. Bir kaç Euro masrafa girip çıkıyorsunuz.
Çıkınca orada bir cafe var. Dünya kupası mevsimiydi zaten. Bir sürü maç izledim orada. Maç izlerken bir yandan da "bu Avrupalılar ne güzelmiş ya" diyorsunuz tabi.
Gitmişken bir de opera izleyeyim derseniz. Royal Opera zaten gözünüzün önünde. Biletler iyi para tabi. Gerçi kafanız rahat olsun bulamıyorsunuz bilet falan. Çok önceden almanız gerekir. Vay efendim ben ta Viyanalara sanatın peşine gittim. Ömürde bir kere oluyor, gidip de opera izlemeden mi döneceğiz derseniz iki opsiyon sunayım siz sanatsever okurlara. Birinci opsiyon özel operalar. Ben o işe hiç girmedim. Çünkü sahne sanatının kötüsü çekilmiyor. Özel operanın da kötü çıkma ihtimali maalesef yüksek. Ha buna karar verirken referansı Türkiye'den almam beni hataya sürüklemiş olabilir tabi. İkinci opsiyon ise State Opera binasından yapılan canlı yayın. Binanın önüne oturuyorsunuz, operayı canlı kanlı izliyorsunuz, tabi ekrandan. Orası bile tıklık tıklım olduğundan iyi bir motivasyonunuz oluyor.
Schönbrunn sarayı gitmeye değer bir yer. Ben içine giremedim vaktim yoktu. Bu da bana ikinci kez gitmenin yolunu açtı tabi. Onun dışında zamanınız varsa Hofburg'a da gidin derim.
Konferans sebebiyle gittiğimden akşamları vakit ayırabildim gezmelere tozmalara. O da kısıtlı oluyor tabi. Bir de bazen konferansta tanıştıklarının yanında vakit geçirmen gerekiyor. Tam otele dönerken "akşam buluşalım, gelsene" denince gidiyorsun. Gitmeyince seni otelde yattı sanıyor. Asosyal damgası vuruyor sana. Maç falan da izlemiyordu adamlar zaten. İtalyan çocuktan umutluydum ama o da fos çıktı. Pek ilgilenmem dedi. Ben de ona inat Uruguay İtalya maçında Uruguay'a dilendim. Ertesi gün şok oldu tabi. Üzüldü kırıldı ama geçmiş olsun. İspanyol'un "futbolla ilgilenmiyorum" demesine şaşırmadım. Ben de 5 yesem ben de ilgilenmezdim. Kanadalı ve Amerikalılar zaten futboldan anlamıyor. Adamlar soccer diyor.
Bir akşam konferansın resepsiyonu vardı. Normalde giremeyeceğim, sarayın bir odasında verildi resepsiyon. Ortam çok iyiydi. Piyano falan, oldukça elit bir ortam vardı. Amerikalılarla konuşurken konu futbola geldi nereden geldiyse. Tabi soccer dedi. Sensin sucker diyesin geldi ama sustum. Adamlar gerçekten şaka. Tüm dünyanın futbol dediği şeye başka bir şey diyor ve uyduruk sporuna futbol diyor. Filoloji'ye daha fazla yüklenmeyeyim, burada keseyim.
Tabi resepsiyon odasının her yerinde resimler. Genelde de Avusturya'nın eski bürokratlarının resimleri. Tabi ben Türkiye'de inci kültürünü yeterince aldığım için hepsine kafamda bir caps yapıp gülüyorum. Adamlarla da paylaşamıyorum. Bir kere paylaşacak oldum. Amerikalı çocuk "hı hı hıh" diye güldü. Çocuğun gülme efekti bu şekildeydi. Her halta böyle gülüyor. Bbazen bir şey diyecek oluyorum, der gibi yapıp son anda demiyorum yine aynı şekilde gülüyor. O gülüşün beyniyle gerçekleşmediği aşikar. refleks olmuş artık. Tabi yavan yavan gülünce samimi gelmiyor ve diğer capsleri paylaşası gelmiyor insanın. Adamların espri anlayışları ağır güdük. İğrenç espriye 72 millet bir olmuş gülüyorlar. Arada çıkıntılık yapmayayım diye gülümsüyorum. Akşam otele döndüğümde yanaklarım açıyordu, yalan mimikten.
Son gün Wachau bölgesine gittik. Üzüm bağları falan vardı. Haliyle şarap mahzenleri. Domuzsuz mezeler başarılıydı. Doya doya doğa fotoğrafı çektik. Gördüğümüz her yeşilliği, her suyu çektik. Arkadaştan öğrendiğim bir iki fotoğraf triğini sattım.
Hatırladığım kadarıyla hepsi bu kadardı. Bir tek Figlmüller'den bahsetmeyi unuttum sanırım. Şinitzelin memleketinde şinitzel yenir. Çok başarılıydı. Aynı zamanda doyurucuydu da. Doya doya, ayıla bayıla yedim. Döndüğümden beri de hiç yemedim. Yiyene kadar, tadını unuturum umarım.