Casablanca'nın ilk bölümünü daha önce yazmıştık. İkinci bölümle bitirelim. Bir sonraki yazı da Marakesh için olacak.
Ülke bize nazaran yoksul. Bu yoksulluk her köşesinde, her sokağında, her insanında kendini gösteriyor. Pazar yeri ise onu daha da gözüne sokuyor. O yoksul sokakların sonunda okyanusa çıkıyor yollar. Uçsuz bucaksız okyanusun yanında, göğe doğru yükselen bir uçsuz bucaksız yapı. Hassan II camii. Şehrin her yerinden görünen, şu binanın arkasında dedirten ama ulaşmanız için uzunca bir süre yürümeniz gereken cami.
Müslüman olmanın avantajını yaşadık. İkindi vaktiydi. Camiye girmek istedik, görevliye sorduk. Turistik giriş şu an yok dediler. "Elhamdülillah Müslümanız" dedik. İkna etmekte biraz zorlansak da, girdik. Ülke genelinde çok kez Fransız, İspanyol, Portekizli sanıldık. Yeri geldi Arap mısınız diye soran bile oldu ama Türk olduğumuzu tahmin edene pek rastlamadık. Yine Fransız sanıldığımız bir vakitti işte.
Cami hayatımda gördüğüm en devasa yapılardan biri. Buradan mimar gibi ahkam kesmeyeyim ama estetik olarak da göze hoş gelen bir yapısı var. Duvarlar ince işlemeli. Endülüs mimarisi esintisi var. Renk seçimlerinde de, işlemelerde de bunun ayırdına varmak zor değil. Büyüklüğü ise anlatılmaz. Camiye girdiğimizde ikinci rekat kılınıyordu, saflara ulaştığımızda namazın sonuna yetiştik. Üstelik kat ettiğimiz mesafe yatay mesafeydi.
Cami okyanusun kıyısında, hatta okyanus doldurularak yapılmış. Caminin bahçesinde oturup okyanusu seyretmek ise muazzam. Müthiş dalgalar kıyıya çarpıyordu. Sesi ayrı güzel, görüntüsü ayrı. Üzerinde sörf yapan Faslılar ise apayrı bir renk katıyorlardı.
Okyanus boyu yürüdük. Yer yer görece sakin, hatta kuytu yerlerden de geçtik. Yabancı bakışlara da maruz kaldık. Neyse ki pek bir problem yaşamadık. Yolun sonu fenerdi. Restaurant'ların önünde BMW'leri görünce girmedik tabi. Girsek girerdik ama el memleketinde, beklenmedik bir tablo ile karşılaşmayı pek tercih etmedik.
Akşam da olmak üzereydi. İyi de acıkmıştık. Otele doğru yürüyelim, akşam yemeği için çıkarız dedik. Yürü yürü yol bitmedi. Yeni yerler keşfetme arzusu taksiye de bindirmedi. Yol boyu en çok gördüğümüz şey ise "Hürrem" di. Kuaföründen, çorapçısına Hürrem de Hürrem diye ölmüşler.
Şehrin en keyifli yanlarından biri de 4 dirhemlik yarım litrelik sıkma portakal suyu. O mango senin bu ananas benim, o portakal senin bu bilmediğim bitki benim içtik. Satıcı dükkanda çektiğimiz fotoları istedi ama mail adresini kaybettim valla. Bu satırları okuyorsa "J'ai perdu l'adresse email monsieur."
Akşam yemeğimiz balıktı. Okyanus kıyısını gidip de balık yememek olmazdı. Buradayken balık gurmelerinden tavsiyeleri önerileri aldım. Hedefim farklı tatlara erişmekti. Aklınızda bulunsun diye adını yazayım. St. Pierre balığın adı. Sanırım bizde dülger balığı diye geçiyor. Garsona sordum. Akdeniz balığı olsun, tipi balığa benzesin dedim. Gittik baktık, kafama yattı. Mis gibi de balıktı valla.
Ertesi sabah Marakesh için yola çıkacaktık...