26 Temmuz 2012 Perşembe

Susalım tamam ama kötüye gidiyoruz


Beşiktaş'a bağlanırken başarılı dönemlerine denk gelmemin muhakkak etkisi vardır ama bugün takımı başarı için tutmadığımı biliyorum. Bunu kendimi ya da sizleri kandırmak için de söylemiyorum üstelik. Bu takımı, bu renkleri seviyorum ve asıl arzu ettiğim şey de başarı değil, başka şeyler...

Başka şeyler? Yıllardır uzak olduğumuz şeyler... Bize unutturulan, FEDA ile biraz olsun hatırladığımız ama devamını göremediğimiz şeyler... Her dinlediğimde tüylerimi diken diken yapan, beni başka diyarlara götüren FEDA, sanırım sadece biz taraftarlara dokunuyor.

Yönetim her seferinde taraftardan bir şeyler bekliyor. Haklılar da bu takımı tekrar ayağa kaldırabilecek tek güç taraftardır. Bu sebeple beklentinin yeri yanlış değil aslında ama biçimi yanlış. Benden kombine almamı istiyorlar ama kombineye zam yapılıyor. Taraftar FEDA desin deniyor. E yıllardır feda diyen zaten biz değil miydik? Bizim feda deyip verdiğimiz paralar savrulmadı mı? Bugün feda yine bizden isteniyor, yaparız sorun değil ama siz de taşın altına elinizi koysanız. Kombine fiyatında indirim yaptık, siz de feda edin deseniz o tribünleri tıka basa doldurmaz mıyız?

Dergi alsın taraftar diyorsunuz zam yapıyorsunuz. İnsaf! Kimse kusura bakmasın ama 5 para etmez dergiye dünya para veriyoruz zaten.

Formalar çıkıyor 100 TL. Bizden forma rekoru kırmamızı isteyen FEDA desin. Eve ekmek götürme derdindeki bir adam için 100 TL büyük para.

Egemen çok para alıyor diye gönderilip yerine neredeyse aynı maliyetle Escude'yi alıyorsan dur derim... Genç takım, genç kadro, küçülme deyip McGregor'a 1.2m € garanti para veriyorsan ayıp derim... Verimsiz de olsa, her basın toplantısında kadroda düşünmüyorup dersen bir adam için, onu biraz zor satarsın. Alacak olan varsa da almaz. Böyle oyuncu satılmaz...

Yönetimin işi gerçekten çok zor. Büyük sorumluluk alarak geldiler buraya, bu bağlamda hepsine teşekkür ederim ama bugün doğru iş yapılmıyor. Gelinen ilk günden itibaren yapılan çok az şey doğru. Futbolda hoca tercihinden oyuncu tercihlerine kadar neredeyse herşey yanlış gidiyor. Voleybolda dükkan kapattık, basketbolda 3 kupalı takıma sponsor bulamadık...

Taraftarın ilk istediği şey: Bizi bugünlere getirenden hesap sorulmasıdır. Hala bekliyoruz, umuduğumu yitirmedik...

17 Temmuz 2012 Salı

Hırvatistan Günlüğü #5 Dubrovnik


Hırvatistan seyahatini 4. günde bırakmıştım. 5. ve 6. günler Dubrovnik günleri. Dubrovnik deneyimlerini de paylaşıp, yazıyı nihayete erdiriyorum.

Dubrovnik biraz enteresan bir yerde. Sahil boyunca uzanan Hırvatistan bitiyor. Bosna Hersek başlıyor ve sonrasında Hırvatistan'a bağlı Dubrovnik. Boşnaklar arada bir masalık deniz kenarı kapmışlar. Karayoluyla Dubrovnik'e giderken iki kez pasaport kontrolünden geçiyorsunuz. Biri Bosna'ya girerken, diğeri Hırvatistan...

Otobüs yolculuğu biraz enteresandı. Yanızımda İngiliz bir grup vardı. Gençler rahattı.4-5 kişilik bir ekiple gelmişler, takılıyorlar. Öğrenci olmaları kuvvetli muhtemel. Günlerdir rahat uyku uyumadıkları daha da kuvvetli muhtemel. Pasaporta bakmak için otobüse giren görevli çocuğu uyandırmak için hırpalamak zorunda kaldı. Kapanmış, açılmıyor o gözler...

Dubrovnik'e girerken enteresan bir köprünün üzerinden geçtik ve ilk büyülenme orada gerçekleşti. Manzara harikaydı. Sonrasında otogara ulaştık. Otobüsten indiğimde bana "Hi" diyen adam, arkadaşa "Arkadaş" diye seslendi. Zaten bol bol Türk ile karşılaşacağımızı söylemişlerdi, birilerinin Türkçe biliyor oluşu çok fazla şaşırtmadı bizi.

Otobüs beklerken ömrünün bir kısımını Trabzon'da geçirmiş bir Hırvat amca da bize apartını önerdi ancak biz yerimizi önceden ayırt ettirmiştik. Nerede kaldığımızı sordu. Söyledik... Muhtemelen popüler bir mekandı ki tanıdı ve o adam Türkleri, müslümanları sevmez dedi. Kendi apartında kalalım diye dediği kesindi ama yine de kıllanmadık değil...

Hani bir kere kıllandık ya adamım hareketleri gözümüze batmaya başladı. Aslında bizi oldukça da kibar karşıladı. Ne içersiniz diye sordu? Suyu içecekten saymayan, ikramı bol, elit bir adamdı. Gözlerinizi kapatın ya da kapatmayın... Eski asker, zengin, emelilik yıllarını yaşayan, geçmişinde her deliğe girip çıkmış, eli yüzü düzgün, parasına bakan, Husmenyev İngilizcesi konuşan bir amca işte...


Yerimizi gösterdi, az biraz dinlendik. Manzarasını görünce dibimizin düştüğü bir mekan. Apart şehrin içinde, Oldcity'nin biraz uzağında, tepede -ki ulaşmak için tam 300 merdiven çıktık çantalarla birlikte-, manzarası harika, temiz bir yer. Adı Villa Boro.. Giderseniz kalabilirsiniz...

Akşam Oldcity'e gittik ve büyülendik. İncik cincik her karışına ayrı hayran kaldık. Bizim surların dibinde domates, marul yetiştirilsin, at otlatılsın, adamlar korumuş, modernize etmiş ve turizmin hizmetina sunmuş. Restorasyonu da çok iyi yapmışlar. Eski gelenekleri de hala yaşatıyorlar.

Dört bir yanımızda Türk olduğu için bir çıt sessiz kaldık. Yurtdışında Türk muhabbetinden müthiş rahatsız olurum. Bu yüzden pek denk gelmemeye, konuşmamaya çalışırım. Çok şükür kimseciklere yakalanmadım.

Ertesi gün kahvaltımızı Oldcity'de yaptık. Bahşiş çakallığına maruz kaldık. Önce bilgi verelim. 1 € = 7 Kuna. Yaklaşık fiyat bu. Kahvaltı ücretinin üstü olarak 48 Kuna gelmesi gerekiyordu. Yaban çakalı garson 4 € + 20 Kuna getirdi. Benim arkadaş da o an sağlıklı düşünemedi ve 20 Kuna'yı aldı. 4€ yani 28 Kuna garsonda kaldı. Sonuna kadar haketti mi? Evet... Bu çakallığın karşılığını almak onun hakkıydı.

Sonra bir iki müze gezdik, arkadaş magnet piyasasına bakarak şehrin ekonomik durumu hakkında saptamalar yaptı. Akşam için Opera ve Portekiz-İspanya maçı arasında seçim yapma sürecine girdik... O sıralar Tribün Dergi için Portekiz yazıyorum ve bu beni maça bir adım yaklaştırdı. Bizim arkadaşların sanatla arası çok iyi olduğundan (!) bir adım daha yaklaştım maça. Zaten toplam iki adım ötemdeydi, yaklaşmışken kaçamadım... Vara vara gibi maçı tercih ettik işte. İçimde kalmadı değil, o canım opera...


Maç için mekan aradık, bizim pizzacının arkadaşının mekanına gidelim dedik. Dar sokak ve sokak boyu serilmiş minderler merdivenlerde. Dolu olduğunda fena geçmez dedik oturduk. Ortam biraz sakin olunca ben alternatif arayışına girdim. Irish Pub'lar, "İngiliz spikerle maç" reklamı yapıyorlardı. Cazip geldi aslında ama mekanda yer yoktu. Döndük kürkçü dükkanına. Maçtan sıkıldığımızda Portekiz'i tutan Hırvat amcanın İspanyollara sarmasıyla eğlendik. Arayı kızıştıran amcanın fişeklemelerine güldük ve toptan anlayan Alman abinin muhabbetine girdik. Çok temiz futbol muhabbeti yaptık Schalke'li abimizle. Klasik Türkiye'den hangi takımları biliyorsun sorusunu da sorduk tabi. Beşiktaş dedi önce ve beni kazandı. Fenerbahçe dedi ve arkadaşın birini daha kazandı. 3. takım da "iskytrdfbfgdbfd" dedi. Eskişehirspor mu diye sorduk, evet cevabı aldık. Galatasaray'ı da biz hatırlattık...

Maçı Portekiz kazansa o gece bambaşka geçebilirdi ama İspanya kazanınca benim moral biraz bozuldu. Dubrovnik'in 3. günü biraz denizin tadını alalım dedik. Öyle tembellikle geçirdik günü. O gece ben Zagreb'e doğru yola çıktım. Uzun vadede istikamet Stuttgart'tı...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Beşiktaş nereye? #2


Fikret Orman'ın küçülme politikasının ilk icraatleri oyuncu maaşlarıydı. Buna ilk bölümde değinmiştim. Bunun dışında kadroya katılması planlanan oyuncuların da hem bonservislerinin, hem de maaşlarının düşük olmasına dikkat ediliyor.

Bu noktada aldığı değil de almadığı oyuncularla eleştirebilirim Beşiktaş'ı. Bugün Brezilya'dan genç, yetenekli ve ucuz oyuncu bulmak kolay değil. Olmadığından değil, artık Avrupa kulüplerinin buraya erken tezgah açtığından. Bundan 10 sene önce 19 yaşında, yetenekli, milli takım potansiyelli bir oyuncu bulunabilirdi ama artık o oyuncu 16-17 yaşındayken biliniyor, keşfediliyor. Beşiktaş da deneyebilir ama öncelik olmamalı.

Öncelik İskandinav ülkelerine verilmeli. Balkanlar da olabilir. Bugün İskandinav takımları özellikle Afrika kökenli, yetenekli oyunculara sahip. Buradan gelecek oyuncular değerlendirilebilir. Benzer şekilde Hırvat, Sırp, Boşnak oyuncular incelenmeli. Beşiktaş, scouting'e dünden daha fazla önem vermeli. Verecek de...

Hedef düşük maliyetli, potansiyel oyuncu bulmak olmalı. Ortalamanın üstü yerli ile genç, potansiyelli ya da yetenekli, tecrübeli yabancıları harmanlayarak düzlüğe çıkılabilir.

FEDA kampanyası da taraftar için taşın altına elini sokma vaktiydi. Taraftarın ilgisi fena değildi açıkçası. Son rakamları bilmiyorum ama hiç de azımsanmayacak sayıda tişört satıldı. Dergi üyeliği arttı. Kombineler yeni çıktığı için bunun hakkında konuşmak için henüz erken. Yeni sezon formaları da kombineler gibi yakın zamanda piyasaya sürüldü.

Kampanya oldukça anlamlı. Dikkat çekilen hususu ve kampanyanın sembolü başarılı. Ancak başarısız noktalar da var. Hatta başlatılmasının ardından ciddi sıkıntılarla karşılaşıldı. En çok ihtiyaç duyulan zamanda tişörtlerin yetiştirilememesi; Dergi ücretlerinin bir anda arttırılması; Kombine fiyatlarının pahalılığı... Bunlar küçümsenemeyecek sorunlar. Taraftardan yardım beklerken, ona yardım da edeceksin. Geçen sezon Avrupa Ligi varken ve kadro kağıt üzerinde de olsa çok daha iyiyken 1800 TL olan yer, bu sene 2250. Ama neden? 17 lig maçı, 5 Türkiye Kupası maçı desen, 22 maç eder. Maç başına 100 TL isteniyor. Kusura bakma ama Kasımpaşa maçı için de taraftardan 100 TL istenmez.

Fiyatları rakip takımların fiyatıyla kıyaslamak da doğru değil. Fenerbahçe'nin taraftarına sunduğu hizmet ile Beşiktaş'ın taraftarına sunduğu hizmet kıyaslanamaz. Sevgimizi biz rakiple kıyaslamayalım ama fiyat tarifesi çekilirken yönetim de rakiple kıyaslamasın. Sen 1500 TL de Kapalı fiyatına, taraftar tıklım tıklım doldursun o stadı. Muhtemelen aynı parayı kazanırsın ama stadın dolu olur en azından...

Kırmızı forma için de ayrıca teşekkür etmek lazım. Benim yıllardır özlemini çektiğim forma sonunda geldi. Ben tasarımı beğendim. Çok özel değil ama göz tırmalayan bir yanı da yok. Bundesliga gibi ismi alta yazdırıyorlarsa almam. Paşalar gibi üste yazdırabiliyorsan "Ernst" in adıyla yaşatırım o formamı.

Futbolda gidişat bu. Diğer branşlarda da durum farklı değil. Zaten an itibariyle Voleybol erkek takımımız yok... Onları da 3. yazıya bırakalım.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Beşiktaş nereye? #1


Ligler bittikten sonra futbol yazmaya biraz ara vermiştim. Daha doğrusu futbol yazıyordum yine ama buraya yazmıyordum hepsini. Tribün Dergi'nin EURO 2012 bölümüne Portekiz yazıyordum. Bazı yazıları buraya da aktarıyordum gerçi. Beşiktaş'ı ise neredeyse hiç yazmadım. Takip etmediğimden değil, her gününü ayrı takip ettim. Bazı olayları içeriden, bazılarını dışarıdan...

1.5, 2 ay öncesinden alsam ve Beşiktaş'ı yazmaya kalksam bu yazı bitmez. Yazı dizisine döner, sonunu okuyan başını unutur. O yüzden konuları ayrı ayrı ele alalım. En önemli konudan, yönetimden başlayalım.

Bugün yönetim değişmemiş olsa daha iyi bir kadromuz olabilirdi. Quaresma, Simao, Fernandes gibi isimlere yenileri katılırdı. Egemen duruyor olurdu. Muhtemelen Hamit transferinde Beşiktaş'ın adı da geçerdi. Dünyaca ünlü bir hocamız olurdu. Onun yapacağı 2-3 transfer olurdu. İsimler de şaşırtıcı olabilirdi. Ama herşey daha kötü olurdu aslında. Lale devri devam ederdi işte...

Bu sene olanlar seneye, bilemedin öteki seneye kalırdı ve iş, içinden daha da çıkılmaz hale gelirdi. Bugün bile zor gelirken...

Detaylara girmeden belirteyim. Yönetimi zor bir görev bekliyordu ve şu anda o zor görevin içindeler. Onları överken de, eleştirirken de bu durumu göz önünüde bulundurmalıyız.

Başkanın sık sık dillendirdiği küçülme konusuyla başlayalım. Beşiktaş küçülmek zorunda savı var. Ekonomiden çok anlamam. Batmak üzere olan bir yapıyı kurtarmak için iki farklı yol olabilir. Muhtemelen bambaşka yollar da vardır ama temel ikiliden biri küçülme, diğeri de aksine risk alarak kazanmak olabilir. Mesela bugün çok sağlam bir takım kurup başarı için ve sonrasında onu paraya çevirmeyi denemek de bir yoldur ama bugün için Beşiktaş'a çok uygun değil açıkçası. Zaten bugün bunun için para da yok.

Hal böyle olunca küçülmeye gitmek makul. Küçülmeden kasıt şampiyon olamayacak bir takım kurmak değil aslında. Düşük bütçe ile kurulacak bir takım da gayet şampiyon olabilir. Bursaspor şampiyon olduğunda bütçesi, üç büyüklerden fazla mıydı? Sadece bu değil, Beşiktaş'ın son şampiyonluğunda da bütçesinin, diğer ikisinden fazla olduğunu düşünmüyorum. Doğru oyuncularla kurulacak daha mutevazı bir takım, bu seneki Beşiktaş'tan daha başarılı olabilir.


Egemen gitti, Quaresma, Simao gidiyor. Daha gidecekler de var. Ernst'in de kadroda düşünülmediği söyleniyor. Quaresma, Beşiktaş'a ne verdi? Onun katkısını, maliyeti 5'te bir bir futbolcu da yapardı. Hurşut, daha kötü olmazdı mesela. Ya da Simao'nun katkısını Cernat da verebilirdi. Önemli olan yüksek maliyetli oyuncudan çok, yüksek maliyetine rağmen katkı sağlamayan oyuncuyu göndermek. Kadronda 5m alan oyuncu vardır, verimlidir de ama fiyat dengesizliğine sebep olduğu için kadroda tutmazsın, bu da kabul edilebilir.

Oyunculardan, maaşlarından fedakarlık yapmalarını istemek doğru. Diğer taraftan buna yanaşmayan oyuncuya da tek kelime edemem. Ben bu şartlarda anlaşmışım, planımı yapmışım, sen benden daha az para kazanmamı istiyorsun. Ben bunu kabul edemem diyen oyuncu ile yollar ayrılır. Bu kadar nettir. Egemen çok iyi futbolcudur, Beşiktaş için çok değerlidir ama maaşı çok bulunuyorsa gidebilir. Egemen kadar verimli olmaz belki ama Ersan da stoperde oynar. Bu sebeple Egemen'in gidişine çok üzülmedim açıkçası. Arkasından da tek kelime etmem. O, tam bir profesyonel ve takımı için savaşır.

Quaresma ve Simao'nun yanında Almeida da gitmeliydi. Elde kalması gereken tek Portekizli Fernandes. Onun alternatifini bulamaz Beşiktaş. Kalması takım için kritik. Diğer yabancılardan da Ernst, Hilbert ve Sivok kalmalı. Ernst haricindekiler kalıyor. Ernst'in fedakarlık yapmasına rağmen gönderilmek istenmesi ise büyük hata. Umarım hatadan dönülür. Yaşlı olduğunu kabul ediyorum ama çok iyi mücadele ettiği ve takımı da ateşlediği bir gerçek. Bazı oyuncular skora isyan eder ve pazubandı olmamasına rağmen takımın kaptanıdır. O adam Ernst'tir...


Holosko gitmeliydi. İndirim yaptı ama şu anki maaşı bile çok yüksek. Son 2 yıl gösterdiği performans, maaşının çok altında. Samet Aybaba'nın özel bir isteği yoksa, kalması anlamsız. Alves'in maaşının yüksek olduğunu düşünmüyorum, muhtemelen kalacaktır. Zaten yabancı olarak bile anılmıyor.

Yerlilerden Ekrem Dağ'ın gitmesi ne kadar doğru ise Uğur Boral'ın gelmesi o kadar yanlış. Şu ana kadar yapılan en hatalı transfer Uğur'dur. İsmail'e alternatif düşünüldü ama Tanju'yu orada alternatif düşünmek gerekirdi. Genç oyunculara bugünlerde şans verilmeli.

Altyapıdaki çocukların A takımıyla antrenman yapması ise muazzam. Yeni Necipleri sahada görmek kadar mutluluk veren hiçbir şey yoktur. Taraftar onlara kızmaz. Kredileri fazladır. Ona buna diyeceğimize gerçek Beşiktaş'ın çocuklarını izleyelim.

Hoca tercihi ise yanlıştı. Küçülen bir takımın hedefi sadece küçülmek olmamalı. Küçükten, büyümek olmalı. Bunun için de plan yapılmalı. Rangnick müthiş bir adaydı ama olmadı. Sonrasında bir sürü isim konuşuldu ama Samet Aybaba'da karar kılındı. Daha doğrusu onda karar kılınmak zorunda kalındı.

Hoca iyi değil ama bugün sahip çıkmaz zorundayız. Eleştirilecek yanlarını yine eleştireceğiz, doğru hamlelerini tebrik edeceğiz. Kardeşinden ayrı düşünüp değerlendireceğiz. Yönetimi çin de geçerli bunlar. İyi olduklarına inancım tam. Eleştirilecek yanları olacaktır ve şimdiden vardır zaten, eleştireceğiz ama daima arkasındayız. Çünkü onlar bugün taşın altına elini koyanlar...

12 Temmuz 2012 Perşembe

Hırvatistan günlüğü #4 Split


Split'in ikinci gününde, önce uyandık yüzümüzü yıkadık falan...

Kahvaltı için dışarı çıktık. Keyifli, mümkünse kokmayan, otorup iki sohbet edebileceğimiz, manzarası da kötü olmayan bir yer aradık. Aradık, aradık, aradık ve sonunda burnumuzun dibindeki yere gittik. Manzarası pek yoktu, kokmuyordu, muhabbet için fena sayılmazdı. Domuz yemediğimiz için vejeteryan takıldık. Yoksa şöyle köy kahvaltısı olsa ballı kaymaklı yenmez miydi?

Şehri bir de gün gözüyle gezip adalardan birine gidelim dedik. Ada çok gitmek için ama zaman yok. O yüzden bir tanesini tercih etmek durumundaydık. Hvar'dı niyetimiz ama baş havlusunu aldık... Öğlene doğru gittik ve kadın bize kibarca Hvar'a sabah gidilir, siz geç kalmışsınız gençler dedi... Hvar yok Brac verelime geldi muhabbet. Eyvallah dedik...

Yaklaşık bir saat süren yolculuktan sonra Brac'taydık. Gazete bayiindeki ada haritasına 40 Kuna kaptırmayacak kadar çok okumuştuk. Gittik, babalar gidi Information'dan beleşe aldık haritamızı. Abla bize adayı da anlattı, yol iz de gösterdi. Biz de "Vira Bismillah" dedik çıktık...

Gezerken nedense Yunan adalarını geziyormuş gibi hissettim. Bu hisse nasıl kapıldım bilmiyorum. Halk bana hep Yunan gibi geldi. Benzer hisse yıllar önce de kapılmıştım. Yunanistan sınırındayken, ülke bana Bulgaristan gibi gelmişti. Bilinçaltıyla alakalı olsa gerek...


Ada her yerde ada işte. Halk rahat, hayatın goy goyunda... Tam yorulduk derken bir kafe gördük. Girip girmemekte tereddüt etmedik değil. Muhtemelen son 3 yıldaki ilk müşterileri bizdik. İngilizce falan bildiği yoktu. Hatta arkadaşıyla konuşurken Hırvatçasından da şüphe ettik. Fotoğrafını çekecektik ama adam biraz güçlüydü açıkçası. Hani sağı solu belli olmaz. Aramızda Türkçe konuşurken bile kıllana kıllana konuştuk. Malum ortak kelimeler falan. Dayağa sebebiyet vermesin yaban ellerde...

Soluğumuzu aldık, koyulduk yola. 2-3 hediyelik eşyadır, hatıradır baktık. Arkadaşlar için çok uygun hediyeler aldık. Öyle bir hediye aldık ki... 2012 yazına damgasını vurur. Net!

Sonra döndük işte. Denize girmedik. Zamanımız olmaz diye mayo getirmedik. Çok olmadı da zaten. Dönüşte feribot daha kalabalıktı. Kalabalıkta dikkatimi çeken yeni moda küpeli çocuk oldu. Afrikada kabilelerin kulanlarına taktıkları, kulak memesini memelikten soğutan zımbırtının modern (plastik olsa gerek) halini kulağına takmış. Hayır 10 yıl sonra adam olmaya karar verse geçmiş olsun. Kulak memesinin ortasında 10 santimlik boşluk... Yeni nesil dedik geçtik...

Akşamı önceki akşam gibiydi. Yemek yediğimiz yerdeki görevli teyze hariç. Teyze ile fotoğraf çektiren oluyordu ama fotoğrafı çekenin en az 10-15 adım geri gitmesi gerekiyordu. İnsanların fiziksel özellikleriyle dalga geçmek doğru değil ama... Çok fiziksel biriydi yahu... Az ye be kadın demek istedim.

Ara ara tur kıvamına dönen yolculukta 5. gün Dubrovnik vardı. Dubrovnik sağlamdı...

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Hırvatistan Günlüğü#3 Split


Seyahatin 3. gününde Zagreb'den ayrılıp Split'e gidecektik. Sabah hostelden çıktık, bir şeyler atıştırıp otobüsle Split'e gidecektik. Hırvatistan'da bizdeki kafe tarzında yerler az. Kafe yok değil, çok fazla var ama hem bir şeyler atıştırayım, hem de bir şeyler içeyim dersen geçmiş olsun. Böyle bir yer bulmak oldukça zor.

Sanırım aval aval etrafa bakarken bir kadın buyur etti bizi. Biz menüsüne bakıyorduk ki kafede oturan biri "gelin gelin" dedi. Yok, bu sefer Hırvatça ile Türkçe'nin ortak paydası değildi. Amca Türk'tü. Biz de o ısrara dayanamayıp oturduk. Sandviç falan istedik ama kadından midem bulandı açıkçası. Tamam prezentabl olmasını beklemiyorum ama ağzındaki gümüş diş midemi kaldırdı sabah sabah. Mecbur olmasam yemezdim ama aç aç iki adım atacak halim yoktu...

Otobüsleri çok enteresan. O302 ayarında bir otobüsle gittik. Tam köy otobüsü. Bagaj verirsen parasını ayrı alıyor. Sanki taş attı da kolu yoruldu. Bizim acemiliğimize geldi bagajı verdik. 7 Kuna da bagaj başı bayıldık. Hayır 2 lira dediğin çok para değil ama boş yere de vermek istemiyor insan.

Otobüs yolcuğum oldukça sıkıcıydı aslında. Bir ara muhabbet oldu, zaman hızlı geçti ama çoğunlukla sıkıldım. Büyük hatayı kitabımı İstanbul'da unutarak yapmıştım. Bütün yolculukları ya müzikle ya da etrafı seyretmekle geçirdim. İndiğimizde Gürcü olduklarını öğrendiğim bir kız bir de erkek ile yanyana oturuyorduk. Ben tek oturuyordum, onlar da aynı sıranın diğer tarafında oturuyordu. Yol boyu kız yalandan İngilizce bir şeyler okudu. Yalandan diyorum çünkü onunla birlikte ben de okuyordum ama ablam o kadar hızlı geçiyordu ki yetişemiyordum.

Sıkıcı otobüs yolculuğu sonrası Split'e geldik. Split'te Hajduk karşıladı bizi. Zagreb'de Dinamo vardı, burada Hajduk... Hatta Dinamo'ya göre daha fazla izi vardı şehirde. Kalacağımız yeri bulmak zor olmadı.


Yerleştiğimizde şunu dedim: "İyi yer bulmuşuz". Oldu City'nin göbeğinde, mis gibi yer. Dinlendik ve çıktık. Akşam İngiltere - İtalya maçı vardı ve hem yemek için, hem de maçı izlemek için bir yer aradık. Çok şükür bulduk da. Önde İtalyanlar, solda İngilizler, masada iki İtalyan ve hangisini tutacağına karar veremeyen bendeniz. Bu zor bir karar oldu benim için. İngilizleri severim. Özellikle 2010'da kupayı almalarını çok istemiştim. Gerrard, Lampard, Terry, Ferdinand, Rooney gibi yıldızlar boş geçmesin demiştim, olmadı... Bu sefer o kadar güçlü değillerdi, üstelik hocaları da soru işaretiydi. EPL çocuklarını görünce kanım kaynıyordu ama. Diğer tarafta da asla antipati duymadığım, her zaman başarılı olmasını istediğim İtalya. Artık yükselsinler ve eski günlerine dönsünler istiyordum. Hal böyle olunca da yalan dolan bir maç oluyordu benim için.

Gol sesi çıkmadı. Son 10 dakika artık gol olmasın bari uzasın dedim. Uzatmanın son on dkaikasında da aynı temennide bulundum. Penaltılarda Buffon faktörü beni yarım adım İtalya tarafına itti. Pirlo'nun penaltısında İtalyanlar coştu. Ağır dalga geçti İtalyan. Maç sonunda gülmeye devam eden ise yine İtalyanlardı. İngilizler dağıldı, İtalyanlar da... Oysa İngilizler kazansa bambaşka olabilirdi...

Maçın ardından biz de Old City sokaklarında gezmeye başladık. Gece, gündüzden çok daha iyiydi gezmek. Serin olduğundan değil, en azından güneş vurmadığından. Sokaklar canlıydı, ta ki 12'ye kadar. Saat 12 oldu ve tüm Hırvatlar yine balkabağına dönüştü. İyi geceler Hırvatistan dedik...

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Hırvatistan günlüğü #2 Zagreb

Hırvatistan'da geçen ikinci günümde de Zagreb'deydim. Biraz müze, biraz şehir gezip sonra akşama doğru Split'e doğru yol alacaktık. Zagreb'in popülaritesi biraz da başkent oluşundan geliyor. Şehir çok muazzam değil aslında.

Yol boyu gördüğümüz herşeyi Türkiye'deki bir şeyle eşleştirdik. Böylece hatırlamak ve anlamak daha kolay oluyordu. Herhangi bir sokak, Nişantaşı'na; bir bina, Ceylan Otel'e; bir satıcı, üniversite önlerinde bekleyen bıyıklı simidi hiç bitmeyen simitçiye benzeyebiliyordu.

Önce şehir merkezindeki "İstiklal Caddesi" boyunca yürüdük. Adı başka birşeydi ama bizim İstiklal'e benzeri bir konsepte sahipti. Farkı şu: metrekare başına düşen insan sayısı bizde 4'tür ama onlarda 1 kişiye 3 metrekare düşüyor. Yürüyorduk ama kıllanmadık da değil. Sokaklar neden bu kadar boştu? Tamam biz fazla kalabalığa alışkın olduğumuzdan, bize boş geliyor da olabilirdi ama bu boşluk öyle böyle değildi. Merak ettik sorduk: Tatilmiş. Gtiiğimiz ilk günlerde iki tane milli bayrama denk geldik. Tatil olunca hemen hemen her yer kapalı haliyle. Bizdeki bakkal Hayri abi yok ki oralarda nöbetçi kalsın...

Gitmeden sorduğum arkadaşlar dondurma tavsiyesinde bulunmuşlardı. 563,000 çeşit dondurması olan bir yere girdik. Ben, vişne&limon&çikolata istedim, arkadaşlar karam... Neyse bu detaya girmeyelim ama vişnenin onlarda da vişne olduğu detayını arada verelim... Yine Hırvatça'yla Türkçe kesişim kümesindeydik...

Dondurmaları biraz enteresan bizde maraş dondurmasını hızar ile zor kesersin ama onların dondurması daha yumuşak. Çabuk eriyor. Özetle bizim Sultanahmet'teki dondurmacı şakalarını yapamıyorlar. Öyle kalıbıyla alıp, hamur gibi atma işi yok oralarda.

Şehrin en güzel yanlarından biri ise Opera ve Tiyatro imkanları. Çok fazla sahne var, üstelik büyük. Beni bu noktada kazandı. Kazanan sadece Zagreb de değildi ayrıca. Tüm Hırvatistan'da büyük arz var bu sanatlara.

Çok fazla müze vardı ama biz tercihimizi yapmak zorundaydık. İki üç tane seçtik. Şu an adını hatırlayamadığım bir müzeye gittik. (Hatırladığımda yazacağım) Konsepti biraz farklıydı. Eski eşyalar vardı. Hırvatistan tarihinin ileri gelenlerinin eşyaları ama sıkıntı şu ki o vitrinlerin muadili babaannemde de var. Açıkçası beni kaybetti bu müze. Müzede ilgili çeken Türkçe&Hırvatça ortaklığı oldu.


Bir hayalkırıklığının ardından ikinci müzeye geçtik. Bu önceden çalışılmış bir pozisyondu ve nereye gideceğimizi, orada ne olduğunu biliyorduk. "Museum of Broken Relationship" linke tıklayıp ne olduğunu okuyabilirsiniz. Dünyanın dört bir yanından getirilmiş eşyalar ve onların hikayesi. Daha doğrusu o hikayedeki küçük semboller. Hikayeler ise çok sıradan değil. Sekteye uğrayan ilişkilerin hikayesi... Tabiri caizse tam bir kız müzesi. Ben, tek taklı o müzeye girip de içeride 2 saat geçirip, ağlayarak çıkacak onlarca kız tanıyorum. Kızsanız gidin, erkekseniz siz de gidin ama yanınızda kız arkadaşınız varsa götürmeyin derim. Hayır, sonra neden Zagreb'i gezemedik diye bana gelmeyin...

O gün milli bayram olunca sokakta da yöresel kıyafetleriyle gezen insanlar vardı. Halktan değil tabi, muhtemelen müzeler müdürlüğünün bir organizasyonuydu. Hırvatistan'ın Ege(!) yöresine ait kıyafetler giymiş bir kadın soprano çıkınca durup dinledik. İyi de yorulmuştuk zaten... Keşke şimdi de söylese de şu sıcakta dinlesek...


Akşam yemeği için kafamızdaki mekan "Boban" ın mekanıydı. Evet, Zagreb'de Zvonimir Boban'ın Resaturant'ı var ama... Gerçekten büyük hayal kırıklığı. Bir kere bomboş. Tamam muhtemelen biraz pahalı ama oranın da müşterisi olmalı. Geçtim pahalı ucuz oluşunu, içeride Boban'la ilgili bir şey yok. Duvarlarda fotoğraflar, formalar, hikayeler olsa fena mı olurdu? Küçükken sokak arasında Boban diye top koşturan bir çocuk için unutulmaz olurdu. "Otur, sıfır" dedim...

Bir sonraki yazı Split'e ait olacak...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Hırvatistan günlüğü #1 - Zagreb


Farkındayım burası spor blogu... Hatta daha çok futbol... Yine de tatilden bahsetmeyeceğiz anlamına gelmez... Hem sıkıntı da yok, yazının içinde ara ara futbol da olacaktır elbet.

Geçen hafta Hırvatistan'daydım. Twitter'dan takip edenler biliyordur. Hırvatistan - İspanya maçında Oliç kadar, Suker kadar, Stimaç kadar üzülmüşümdür. Hırvatlarla çeyrek final izleme heyecanı yaşayacaktım. Olmadı... İspanyollar yoluma taş koydu...

Hırvatlarla başka maç izleriz, belki maç bile izlemeyiz diye koyulduk yola. İlk durak Zagreb'di. Atladık uçağa, geyik, goy goy derken hemen geçti bir buçuk saat. İndik, baktık, saat yarım saat bile ilerleyememiş...

Zagreb'den beklentimiz azdı. Ne de olsa Split, Dubrovnik daha popüler şehirlerdi. Bunun da etkisiyle şehre 1 gün ayırdık. Ertesi gün yolumuz Split'e doğru uzanacaktı. Önce paraları Kuna'ya çevirdik, zengin olduk. Veriyorsun 100 €, alıyorsun 750 Kuna. Paramızı cebimize koyduk, şehre gittik. Tramvay'a binerken bilet olayını sorduk ama yarım yamalak İngilizce'yle içeride hallediyorsunuz dedi bir abla. İçeride de kimse halletmiyordu. 60 yaş üstü bilet okutuyordu, gerisi beleştepeciydi. Biz de beleştepede yerimizi aldık tabi. Tramvay'dan inmeye az kalmışken Hırvat olması muhtemel, Türk olmadığı kesin biri "Türk müsünüz?" dedi. An itibariyle kaçış yoktu. O da Türk'tü, biz de. Yurtdışında Türkle karşılaşmayı pek sevmem, sebebini çok bilmiyorum ama çok hoşlanmıyorum bu durumdan. Mümkün mertebe kaçıyorum açıkçası.

Normalde kaçıyorum ama bu sefer kaçış yoktu. Adam bizi yakaladı bir kere. Neyse ki sıkıntılı biri değildi, hatta bize oldukça da faydası dokundu. Bu yazıyı denk gelir de okur diye kötü şeylerden bahsetmeyeceğim.
Bize Zagreb'i anlattı. 4 aydır orada kalıyormuş. Hayatından memnundu. Müzik işine girmiş, stüdyoları varmış falan. Bizi kalacağımız yere götürdü. Taban Hostel'a yani. Giderseniz tavsiye ederim. Konumu iyi, içi fena değil. En azından temiz görünüyor. Hostel'de çalışanlar da iyi. İyi..Bildiğin iyi işte... Bu arada Hırvatça taban, taban demek... Bildiğin Türkçe'den almışlar...
Biraz erken gitmişiz, haliyle bir tur atın da öyle gelin dediler. Gidip, aç karnımızı doyuralım dedik. Bir şeyler atıştırıp tekrar döndük. Bu sefer aldılar. Soluklandık, tekrar çıktık. Bu arada o Türk arkadaştan da ayrıldık. Bize maliyeti çok olmadı. Rehber tutsak daha pahalıya gelirdi.
Zagreb'in Eminönü'sünü gezdik. Gündüz şehrin yaş ortalaması 40, gece 25. Erkek nüfusu az, kız gani gani. Kızları güzel. Dilencisi bile fena değildi yani. Bir iki şehir turu, bir iki Katedral derken akşamı ettik. Akşamı ederken de forma forma diye yanıp tutuştuk tabi. Gönüllerde Suker, Prosinecki ya da Boban forması vardı. Fena mı olurdu Boban formamı alıp gelsem? Fena olmazdı ama olmadı. Eski Hırvatlara, bizim kadar saygıları yok yeminle. Suker dediğimizde satıcı Hırvat aksanıyla "Suker is dead man" dedi. Satıcının Türk olmasından kıllandık tabi. Bildiğin Türkçe cümle kurdu amca. Bize Modric forması kakalamaya çalıştı. "Modric is going Manchester" dedi ama yemedik. Ya eskilerden biri ya da isimsiz istiyorduk. Ben isimsiz bulabildim, arkadaşa da Suker çaktılar. Çaktılar diyorum zira 190 Kuna bayıldı. Ben de 150... Orijinal falan değil formalar. Orijinal kassam girer internetten alırım. Sahte formanın güzelliği başka...
Hava kararmasa da akşam oldu bir yerde. Sokaklar şenlendi haliyle. Bu kısma çok girmeyeceğim... Akşamı çok kötü, berbat, hiç güzel değil... Immm leş gibi... İğrenç, iğrenç ötesi...
Ertesi gün... Bunu da ikinci yazıya saklayayım...

(Sonraki yazılarda fotoğraf da paylaşırım)

3 Temmuz 2012 Salı

Şaka gibi


Torres'in 2011-12 sezonu...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Hırvatistan'da Portekiz - İspanya Maçı


Turnuvanın son 1 haftası Hırvatistan'daydım. Buraya da, bloga da pek uğrayamamamın sebebi budur. Final maçı da dahil olmak üzere 2-3 maç kaçırdım. Her güzel şeyin bir bedeli olduğu gibi bunun da bedeli buydu. Gerçi final maçı ne kadar güzeldi tartışılır...
Portekiz İspanya maçını Dubrovnik'te izledim. Gönül Hırvatlar'ın çeyrek final oynamasını, o heyecanı onlarla yaşamayı isterdi ama kupanın sahibi İspanyollar yollarına taş koydu. Biz de arkadaşlarla, Hırvatlar'ın arasında İspanya Portekiz maçına razı olduk.

Dubrovnik turistik br şehir ve oldukça fazla yabancı insan var. Maça ilgi beklentilerimin altında kalmış olsa da hiç de fena değildi. Irish Pub'lar İngilizlerle doluydu. İyi yerler kapılınca biz de ara sokaklara yöneldik. Günde 50 kere uğradığımız Pizzacı bize alternatif bir mekan önerdi. Mekan enteresandı aslında. Uzun ince bir sokak ve merdivenler. Patron bir projeksiyon bulmuş ve maçı duvaraki ekrana yansıtmış. İzlemek isteyenler de hafif yandan da olsa merdivenlere oturuyor. Biz biraz da erken geldik mekana ve maratondan biletlerimizi aldık.

Yüzleri boyalı iki İspanyol vardı. Diğer tarafta ise Portekiz'i tutan bir Hırvat. Arada da "fişekçi" diye tanımlayabileceğimiz abimiz... Benim gibi sessiz Portekizli kaç tane vardı bilmiyorum. Benim arkadaşlar Ronaldo'yu çok sevdikleri (!) için İspanya tribünündeydi. Bir de tarafsız Yeni Zelandalı bir çift. Arkadaşların futbol hakkında hiçbir şey bilmiyor oluşları ve maç boyunca yanlarında oturan İngilizlerin onlara futbolu anlatması gecenin görülmeye değer yanlarındandı. Maç da tam öğrenme maçıydı gerçi. Futbol adına olabilecek her şey oldu neredeyse...

İspanyollar fazla ateşli olunca, içimdeki Seleçcao'yu çok belli etmedim. Yüzü boyalı adamdan korkacaksın. Hayır kavga çıksa temiz sopa atarız, o ayrı ama gerek yok. Maç boyu her atakta fişekçi, bir İspanyolları bir de Portekizli amcayı gazlıyordu. Sonra da kahkahalarla gülüyordu. Maçtan sıkıldığımız anlarda yanı başımızdaki Alman çiftle futbol muhabbetine dalıyorduk. Schalke taraftarı, futboldan ve futbol kültüründen nasibini almış... Klasik "Türk takımlarını biliyor musun?" sorusunu da sorduk elbette. Beşiktaş, Fenerbahçe ve Eksisisdsfdf gibi bir şey dedi. Eskişehirspor mu diye düzelttim... Evet cevabı aldım. Bilmiyorum belki Gençlerbirliği mi diye sorsam yine aynı cevabı alacaktım... Galatasaray'ı bilmemesine benim arkadaş bozuldu tabi. Galatasaray'ı biz hatırlattık, o hatırladı...

O, finalde İspanya'yı istiyordu. Oysa o da Portekiz ile oynanacak bir finalin daha kolay olacağını tahmin ediyordu ama derdi başkaydı: Rövanş. İspanyollar gelsin ve onları geçelim diyordu. Kuyruğu dik tutan taraftarı severim. Mantıksız ama kendine güvenen bir yaklaşım. Eşi de futboldan çok uzak değildi. En azından sıkılmıyordu konuşurken ve maç izlerken. Lig maçlarında sıkılıyormuş tabi...

Maçın en komik anı, belki de İspanyol arkadaşlardan birinin tekrar pozisyonunda "gol" diye heyecanlanması. O an içime doğdu ve o adamın bu pozisyonun tekrar olduğunu anlamayacağını tahmin ettim ve sadece ona baktım. Heyecanlandı, heyecanlandı ve sonra patladı... Ortam yıkıldı tabi.

Uzatmalar ve penaltılar. Penaltılarda Portekiz kazansa, Portekizli amcayla timsaha girerdim ama olmadı. İspanyollar götürdü. Üzüldük...